DİJİTAL KÜLTÜRLERDE YAŞLANMA VE SONRASI ÇALIŞTAYI VE GÖKBÜK KÖYÜ SAHA ZİYARETİ ÜZERİNE

Mart 27, 2019

Yazan: Pelin Tokatlı, Hacettepe Üniversitesi SBE İletişim Bilimleri Y.Lisans Öğrencisi

Bu yazı 1-2 Mart 2019 tarihleri arasında Akdeniz Üniversitesi, Akdeniz Uygarlıklarını Araştırma Enstitüsü’nde gerçekleştirdiğimiz Dijital Kültürlerde Yaşlanma Ve Sonrası  Çalıştayı ve Gökbük Köyü Saha Ziyareti hakkındadır. Bu çalıştayın serüveni Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde 2018-2019 eğitim-öğretim döneminde yürütülen İLT648 Yeni Medya Çalışmalarına Giriş yüksek lisans dersi kapsamında yaşlanma, yaşlılık ve kuşak kavramlarının yeni medya ekosistemi içerisinde nasıl çalışılabileceğinin cevaplarını aradığımız uzun soluklu bir süreci kapsıyor. Bu süreç hem yaşlanma ve yaşlılığı merkeze alarak dijital kültürlerin nasıl ele alınabileceğine yönelik her iki alanı kesen okumalara hem de yaşlanma ve yaşlılığa dair edilgen, indirgemeci ve ötekileştirici bakış açısının nasıl ters yüz edilebileceğini anlamaya çalıştığımız saha deneyimlerine dayanıyor.

Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Prof. Dr. Mutlu Binark’ın ve Akdeniz Üniversitesi Gerontoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Özgür Arun’un girişimleriyle Akdeniz Uygarlıklarını Araştırma Enstitüsü’nde gerçekleştirdiğimiz çalıştayın ilk gününde yeni medya teknolojileri, dijital kültürler, yaşlanma ve yaşlılık arasındaki ilişkiselliğin toplumsal cinsiyet, sınıf, etnisite, eğitim, engellilik ve sosyal ilişkilerle kesişen yönlerini ve yaşlılığın kentte ve kırsalda deneyimlenme biçimlerini ele aldık. Yeni medya çalışmaları ve gerontoloji ile ilgilenen yüksek lisans ve doktora öğrencileri olan bizler; dijital kültürlerle yaşlılık meselesi ile yaşlılığın kırsalda ve kentte faklı deneyimlenme biçimlerini kendi özgün saha çalışmalarımızdan yola çıkarak tartışmaya açmadan önce Doç. Dr. Özgür Arun Türkiye’nin yaşlanma ve yaşlılık gündemiyle ilgili değerlendirme ve önerilerde bulundu.

Çalıştayda “Kime yaşlı denir?” sorusuna verilen cevabın göreceli ve kültüre bağlı olarak değişen bir mesele olduğuna değinen Özgür Arun; Türkiye’de bu soruya verilen cevaplardan toplumsal algının ortalama 52 yaşı işaret ettiğini belirti. Yaşlanma ve yaşlılık çalışmalarının birbirinden farklılaşan yönlerine dikkat çeken Arun, yaşlılık çalışmalarının 65 yaş üstü gibi belli bir dönemi ele aldığını; yaşlanma çalışmalarının ise diğer kuşaklarla birlikte bütün bir yaşam döngüsünü sorunsallaştırdığını ifade etti. Çalıştayda yaşlanma ve yaşlılığın bir sorun olup olmadığını tartışmaya açan Arun; dünyanın hızla yaşlanıyor oluşuna dikkat çekerek Türkiye’nin de hızla yaşlanan ülkelerden biri olduğunu; ancak Türkiye’de asıl sorunun hızla yaşlanma değil yeterince zenginleşemeden yaşlanma olduğunu ileri sürdü. Bu noktada yaşam döngüsü perspektifinin önemini vurgulayan Arun, eşitsizliklerin yaşlılığın başlangıcı varsayılan 65 yaşından sonra bir anda ortaya çıkan bir gerçeklik olmadığını; aksine yaşam boyu devam eden eşitsizliklerin yaşlılıkta katmerlenerek arttıdığını ifade etti. Bu eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için toplumsal katılım, finansal dirlik, hareketlilik, günlük yaşam ve yaşam tarzı ile yaşam sonu kararların tartışıldığı Aging 2.0’ın önemine dikkat çekti. Arun’un yaşlanma ve yaşlılığı aşmaya yönelik görüşüne parelel olarak alanın gerçekliğine olabildiğince içeriden bakarak anlamayı amaçladığımız dijital kültürler ve yaşlanma meselesini; yaşlı kuşakların yeni iletişim teknolojileri ve sosyal medya platformlarıyla nasıl ilişkilendiklerini, teknolojik araçların gerontolojik ihtiyaçlara göre nasıl tasarlanması gerektiğini ve toplumsal yaşam içerisinde kentte veya kırsalda yaşlanmanın birbirinden nasıl farklılaştığını saha çalışmalarımızdan hareketle tartışmaya açtık.

Her biri kendi özgün sahasına ve araştrma sorusuna sahip dijital bölünme ve dijital okuryazarlık meselesini dört farklı saha çalışmasından yola çıkarak ele aldık. 65 Yaş Üstü Bireylerin Teknoloji Eğitimine Katılma Motivasyonları, Dijital Becerilerin Gündelik Hayata Aktarılması: Ankara Büyükşehir Belediyesi Yaşlılar Ve Gençler Bilgi Erişim Merkezi Örneği başlıklı saha çalışmasında Ertan Ağaoğlu, Naz Önen ve Pelin Tokatlı Bourdieucu perspektiften yaşlıların dijital okuryazarlık ve dijital bölünme derecelerini belirleyen faktörleri ele alarak görece homojen olan bu grubun dijital beceri öğrenmede ve geliştirmede kültürel ve ekonomik sermayelerinin ne şekilde etkili olduğunu tartışmaya sundular. Benzer şekilde Dijital Eşitsizlik Ve Kültürel Kimlik: Yaşlı Kürtlerin Teknoloji İle İlişkilenme Deneyimleri başlıklı çalışmada yeni medya ekosistemi içerisinde teknolojik araçların kullanım ve beceri konusundaki eşitsizlikleri etnik kimlik ve yaşlılığın ne şekilde belirlediğini, dijital bir bölünme yaratıp yaratmadığını Mehmet Fiğan ve Murat Tavşan çalışmalarıyla ortaya koydu. Görme Engelli Yaşlıların Yeni Medya Araçlarını Kullanım Pratikleri başlıklı çalışmada ise Enis Öztürk ve Hüseyin Kısat; toplumsal yaşama katılım üzerinden yeni medya teknolojilerinin görme engelli yaşlıların gündelik hayatlarını kolaylaştırıp kolaylaştırmadığını, yeni medya araçlarının dışlanmaya neden olan zayıflıkları aşmak için nasıl kullandığını ele aldılar. Gerontoloji alanından Çağrı Elmas ise TÜİK 2014 yılı verilerinden yararlanarak dijital yerli-dijital göçmen ayrımını sorunsallaştırıp kuşak kavramını tartışmaya açtığı çalışmasında; dijital kuşak, dijital beceri ve dijital eşitsizlik ilişkisini sosyo-ekonomik düzey, cinsiyet ve yaş kesişimselliğinde kuşakların nasıl çalışılması gerektiğine değindi.

Yaşlı kuşakların sosyal medya platformlarıyla ilişkilenme biçimlerini ve bu platformları kullanma pratiklerini tartışmaya açtığımız çalışmalardan ilki Demet Fırat’ın yaşlı kadınların sosyal medya ağlarını hangi amaçla kullandıklarını sorunsallaştırdığı Kültürel Bellek İnşası Bağlamında 65 Yaş Üzeri Kadınların Facebook Paylaşımları Üzerine Bir İnceleme başlıklı çalışmasıdır. Bu çalışmada kültürel bellek inşa etmenin temel dayanakları olan anlatı üretme ve paylaşma biçiminin, sosyal paylaşım ağlarıyla birlikte geçirdiği dönüşümü lise arkadaşı bir grup yaşlı kadının Facebook paylaşımlarından yola çıkarak belleğin dijital dönüşümüne yönelik çalışmasını sundu. Gençlik Ve Yaşlılık Arasında Bir Altkültür: İhtiyar Delikanlılar Motosiklet Grubu Örneği başlıklı diğer çalışmada ise Fatma Şeyma Çelebi ve Aybüke İnal, Facebook’ta motosiklet ilgilerine bağlı olarak bir araya gelen üyelerin yaşlılık ve teknoloji ile ilişkilenme biçimlerini sundukları çalışmalarında; yaşlı bireylerin sosyalleşmek, aidiyet kurmak ve iyi zaman geçirmek için sosyal medya ağları aracılığıyla yaşlılığa dair bilindik sınırların dışına çıkma deneyimlerini tartışmaya açtılar.

Teknolojik araçların gerontolojik ihtiyaçlara göre nasıl tasarlanması gerektiği meselesine yoğunlaşan Ali Zain; Yaşlanma Dostu Akıllı Telefonlar: Yaşlılar İçin Tasarlanmış Akıllı Telefonların ‘Kullanılabilirliğini’ Anlamak: Tasarım Ve Kullanıcı Arayüzü Analizi çalışmasında yaşlı bireylerin akıllı telefon kullanabilirliklerini arttırmak amacıyla tasarlanmış akıllı telefonların tasarım ve kullanıcı arayüzüne yönelik özellikleri hakkında bilgi verdi. Bu bağlamda; yaşlanma dostu akıllı telefonların yaşlı bireylere sağladığı kolaylıkların yanı sıra tasarım ve ara yüze bağlı olarak evrensel ve kapsayıcı tasarımların genişletilmesindeki ihtiyaca dikkat çekti.

Gerontoloji bağlamında ise kentte ve kırsalda yaşlanma deneyimini sorunsallaştıran sunumlardan ilkini Demans Dostu Kentlere Doğru/ Hızla Yaşlanan Bir Toplumda Demans Dostu Çevreler Yaratmak: Muratpaşa Örneği isimli sunumuyla tartışmaya açan Hatice Karakaş; yaşlanmaya bağlı demans hastalığının şehirlerde ve kamusal alanlarda  deneyimlenme pratiğine bağlı olarak demans dostu bir çevre için kentin riskli bölgelerinin belirenmesiyle yerel yönetimlerin hizmetlerini yeniden planlayabilecekleri çözümlerin neler olabileceği üzerinde durdu. Demans hastalığının medikal ve sosyal boyutlarını dikkate aldığı Demans Dostu Toplum İçin Bir Farkındalık Eğitim Programı Tasarımı: Muratpaşa Örneği başlıklı çalışmasında Tuğçe Keleş; demans dostu toplum kavramı çerçevesinde belediye personelleri için uygulanabilir demans farkındalık eğitim modülünü tasarlamak ve eğitim modelinin etkinliğini değerlendirmek amacıyla Muratpaşa Belediyesi işbirliği ile yaptığı çalışmasını tartışmaya açtı. Özgenur Aydın ise kırsal alandaki yaşlıların ihtiyaçları doğrultusunda hizmet sağlayıcılara ulaşma deneyimlerini sorunsallaştırdığı Kırsal Yaşlanma: Yoksulluk ve Sosyal Dışlanma başlıklı çalışmasında; yoksulluk ve sosyal dışlanma kavramlarından yola çıkarak kırsalda yaşayan yaşlıların deneyimlerinin yeniden nasıl tanımlanabileceği, tartışılabileceği ve sorunun çözümüne yönelik öznel bakış açılarıyla yeni yolların nasıl üretilebileceği üzerinde durdu.

Her biri kendi özgün sahasına ve araştırma sorunsalına sahip olan yaşlılığı farklı kavram setleriyle kesen saha çalışmalarımızdan yola çıkarak dijital eşitsizlik meselesini ve bu eşitsizliklerle başa çıkma yöntemlerini tartışmaya açtığımız sunumlarımızın ışığında yaşlı kuşak içerisindeki dijital eşitsizliğin sadece dijital yerli-dijital göçmen olma meselesi ile ele alınamayacağı, dijital okuryazarlık seviyesini belirlediğini varsaydığımız sınıf, etnik kimlik, görme engellilik ve toplumsal cinsiyetle ilişkili olarak yaşam döngüsü perspektifiyle yakından ilgili olduğu söylenebilir. Yaşlanma ve yaşlılığa ilişkin ortaya çıkan sorunların kentte veya kırsal alanda deneyimlenme biçimlerinin ele alındığı sunumlardan ise; yaşa bağlı eşitsizliklerin yaşanılan bölgeye ve imkanlara ulaşmaya bağlı olarak birbirinden farklılaştığı, bunun için de yaşlanma ve yaşlılığın toplumsal yapının ve gündelik hayatın her yönüyle ilişkili bir bütün içinde ele alınması gerektiği sonucuna ulaşılabilir.

Çalıştayın ikinci günü ise Finike İlçesi’nin Gökbük Köyü’nde yapılacak olan Gökbük Yaşlılık Araştırmaları Merkezi için teknik inceleme yapmak amacıyla Özgür Arun ve ekibiyle birlikte yola çıktık. Sahaya çıkarken odak noktamızı “Türkiye’de neden bir Agelab’a ihtiyaç var?” ve “Neden Gökbük Köyü?” soruları belirliyordu. Yaşlılık ve yaşlanma literatüründeki tartışmalar incelendiğinde; dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’nin de hızla yaşlanmakta olan ülkelerden birisi olduğu ve tahminlere göre 2050’de dünyanın %16’sı yaşlanırken Türkiye’de ise bu oranın %18 olacağına yönelik veriler mevcuttur (Duben, 2018:68). Özgür Arun’un verdiği bilgi ise Gökbük’teki demografik yapının 50 yaş üzerinde olması nedeniyle Türkiye’nin 2050 yılında ulaşacağı varsayılan yaşlanma ve yaşlılık profilini şimdiden yansıttığı yönündedir. Bu nedenle Gökbük, Türkiye’nin yakın gelecekteki yaşlanma ve yaşlılık gerçekliğine mikro bir örnek teşkil eden önemli bir konumdadır.

Antalya’ya 138 km Finike’ye ise 25 km uzaklıkta olan Gökbük Köyü1 coğrafi olarak Finike’nin kuzeyinde, Beydağları’nın eteklerindeki vadide bulunan Akçay deresinin etrafında kurulmuş bir orman köyüdür2. Gökbük’ün coğrafi yapısı ve konumu nedeniyle hem geleneksel köy mimari yapısını hem de yöreye özgü kültürel ve inançsal birçok değerini koruduğu söylenebilir. Evlerin duvarlarına ve ağaç dallarına asılmış yumurta kabukları bunlardan birisidir ki “Yumurta kabuğu, özellikle çiçekleri ve bitkileri nazardan korur. (…) içi boşaltılıp kabuğu çiçeklerin ya da bitkilerin dalına asılır. (…)Yumurta kabuğu da kötü bakışları üzerinde toplayan bir nazarlık çeşididir.” (Çıblak, 2004:114). Gökbük koruduğu bu değerlerin yanı sıra zaman içerisinde bazı sosyo-ekonomik nedenlere bağlı olarak demografik bir dönüşüm de geçirmiştir. Gökbük çeşitli iş imkanlarına sahip, tüm kuşakların bir arada yaşadığı hatta kendi elektriğini üreten bir köy iken; 1980’lerden sonra iş imkanı sunan kireç ocaklarının kapatılmasıyla köyün genç kuşağı “turizme” göç etmek zorunda kalmış. Bu durum köyde keskin bir şekilde demogafik değişim yaşanmasına neden olurken; köyün spor takımının faaliyetlerini durdurması, köydeki sinema salonlarının ve bazı kahvehanelerin kapatılması sosyo-kültürel faaliyetleri de sekteye uğratmıştır. Gökbük’te 1950 yılında inşa edilen ilkokul ise 1989’da son öğrencilerini mezun ederek atıl duruma geçmiştir. Saha gözlemleri ve köy muhtarı İsmail Aydıntaş’la yaptığımız görüşmelere dayanarak Gökbük’te meydana gelen bu değişim ve dünüşümlerin Türkiye’nin 2050 yılında ulaşacağı varsayılan yaşlama ve yaşlılık profiline daha erken bir dönemde tanıklık etmesine zemin hazırlamış olabileceği söylenebilir. Dezavantaj gibi görülebilecek bu değişimi avantaja çevirmek elbette mümkündür. Dolayısıyla Gökbük hem Türkiye’nin gelecekteki yaşlanma ve yaşlılık gerçekliğiyle şimdiden yüzleşebileceği hem de yaşlanan kuşakların yaşam kalitesini arttırabilmek için çözüm önerilerinin geliştirilebileceği pilot bir bölge niteliğindedir. Bu nedenle Gökbük’e bir Agelab kurmak için Milli Eğitim Bakanlığı’na ait olan ilkokul binasının ve Milli Emlak’a ait olan okul arazisinin Akdeniz Üniversitesi’ne tahsis edilmesi için 2014 yılında ilk girişim gerçekleşmiş. Agelab, atıl durumda olan ilkokul binasının statik olarak güçlendirilmesiyle ve yaşlıların ergonomik kullanımına uygun hale getirilmesiyle faaliyete geçecek. Ayrıca Finike Belediyesi, Gökbük Yaşlılık Araştırma Merkezi’nin inşa edilebilmesi için köyün ortak kullanım alanı olan araziyi Akdeniz Üniversitesi’ne tahsis etmiş durumda. Bu yıl içerisinde bu araziye bilim merkezinin inşa edilmesi planlanıyor.

Gökbük Yaşlılık Araştırmaları Merkezi, Agelab’da farklı bilim dallarından bilim insanlarının bir araya gelerek yaşlanma ve yaşlılığı aşmaya yönelik hizmet modelleri ve teknolojiler geliştireceği ortak çalışmaların yapılması amaçlanıyor. Bu faaliyetler için köyün atıl durumdaki ilkokulu restore edilerek bilim merkezi haline getirilecek. İki katlı olan ilkokul binasının üst katında bulunan üç sınıftan her biri çalışma ofisi, seminer odası ve laboratuvar olarak hizmet vermesi için dizayn edilecek. Binanın alt katında hâlihazırda bulunan cemevi ibadethane olarak kullanımını sürdürürken, kullanılmayan diğer bölümlerin yemekhane ya da klinik olarak hizmet vermesi planlanıyor. Prosedürler tamamlandığında daha önce köyün çocuklarına kapılarını açmış olan ilkokul şimdi yaşlanmış olan bu kuşakla birlikte kamu yararına ortak çalışmalar yapmayı amaçlayan hukuktan mühendisliğe, mimarlıktan sosyal bilimlere kadar her disiplinden bilim insanı ve araştırmacıya kapılarını açacak.

“Yaşlanma sürecini basitçe hastalık-sağlık dualitesiyle sınırlayarak çözümlemeye çalışan positivist indirgemeci yaklaşım, Türkiye yaşlanma alanında ilişkisel bir perspektif geliştiremez.”(Arun, 2019:82). Bu bağlamda yaşlanma ve yaşlılık gerçekliği fiziksel ve biyolojik süreçlerin yanı sıra çevresel, kültürel ve toplumsal faktörlerle birlikte ele alınması gereken bir süreçtir. Yaşlanmaya bağlı eşitsizliklerin üstesinden gelebilmek; ancak yaşam döngüsü perspektifi içerisinde toplumsal cinsiyet, etnisite, sınıf, eğitim ve yaşanılan yer gibi toplumsal, sosyal ve bireysel değişkenlerle birlikte değerlendirildiğinde mümkün olabilir. Bu bağlamda Gökbük Yaşlılık Araştırmaları Merkezi ve Agelab’ın kuruluş amacı, çalışma yöntemleri, faaliyet alanı ve saha seçimi dikkate alındığında; Türkiye’de yaşlanma ve yaşlılık çalışmalarına bütünlüklü bir perspektif kazandırmayı hedeflemesi, araştırmacılar ile özneler arasındaki hiyerarşik ilişkiyi sorunsallaştırması ve yerinde yaşlanma sürecine odaklanması bakımından Türkiye’de atılmış önemli adımlardan birisidir.

 

DİP NOTLAR

1 wikizeroo.net/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvR8O2a2LDvGssX0ZpbmlrZQ

2 hurriyet.com.tr/bey-daglari-nin-gunu-yasayan-tahtaci-koyu-21368904

KAYNAKÇA

Arun, Ö. (2019) “Büroyla Saha Arasında: Yaşlanma Çalışmalarında İlişkisellik”, Strata İlişkisel Sosyal Bilimler Dergisi, 0, 75-86.

Çıblak, N. (2004) “Halk Kültüründe Nazar, Nazarlık İnancı ve Bunlara Bağlı Uygulamalar”, Türklük Bilimi Araştırmaları Dergisi, 15, 103-125.

Duben, A. (2018) “Türkiye’de ve Avrupa’da Nüfus Yaşlanması, Aile, Piyasa ve Devlet”, Yaşlanma ve Yaşlılık, Der. A. Duben, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 67-68.

EK:Fotoğraflar

1

Fotoğraf 1: Dijital Kültürlerde Yaşlanma Ve Sonrası Çalıştayı’ndan

2

Fotoğraf 2: Gökbük Köyü Genel Görünüm I

3

Fotoğraf 3: Gökbük Köyü Genel Görünüm II

4

Fotoğraf 4: Gökbük İlkokul Binası

5

Fotoğraf 5: Köy Meydanı ve Kahvehane

6

Fotoğraf 6: Gökbük Köy Evi

7

Fotoğraf 7: Gökbük Köy Evi II

8

Fotoğraf 8: Yumurta Kabuğundan Nazarlık

 


Birlikte Çalışma Videoları ve Canlı Yayınları: Kolektif Çalışma Duygusunun Yaratılması

Mart 18, 2019

Mutlu Binark, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi

YouTube dünyasında son iki yıldır yeni bir trend daha ortaya çıktı…Makyaj, yemek videoları, challenge videoları  derken, şimdi de “birlikte çalışma videoları” ortaya çıktı. Japonya’da “勉強動画” (benkyou douga), Kore’de  “공부방송” (gongbubangsung), ABD’de  “study with me”, Türkiye’de de “birlikte çalışalım” vblogları olarak adlandırılıyor bu yeni tür. Bu yeni vbloglarda  yorum olanağı dışında vblog sahibinin canlı yayında izleyicileri ile, izleyicilerin de kendi aralarında eşanlı etkileşime olanak tanıması, izleme nedenlerinden biri kanımca. Canlı görüntünün yanında akan izleyici -artık yeni medya ekosisteminde katılımcı demek daha doğru- metinlerinde güne ilişkin selamlama, kendi çalışma saatlerine ilişkin bilgi verme ve deneyim paylaşma, katılımcıları çalışmaya motive etme yer almakta.

2

“내 옆자리 남자” (Neyeop Jari Namja)  diğer adı ile “The Man Sitting Next to Me” hesabının sahibi,  Koreli genç muhasebeci olmak için çalışıyor ve sabah 9 ile  gece yarısı 12 ye değin YouTube da, ödev veya alıştırma yapmasını ya da kitap okumasını canlı olarak paylaşıyor. 50 dakika çalışıp 10 dakika ara veriyor. 10 dakika aradan sonra geç kalırsa, katılımcılar “hey nerdesin?” “ara bitti” diye Neyeop Jari Namja’yı yayına, daha doğrusu birlikte çalışmaya davet ediyorlar. Jamie Lee de tıp fakültesinde öğrenci, “The Strive Studies” hesabından daha önceden kayıtladığı 20 dakikadan 2,5 saate değin süren çalışma videolarını paylaşıyor. Diğer çalışma videolarından farklı olarak doğa sesi ve müzik te eşlik ediyor çalışmasına. Özellikle Pomodora tekniğinin çalışmada verimliliği arttırdığına videolarında işaret ediyor. Her iki vbloger da, çalışma videolarının katılımcılarının yalnızlığını giderme işlevine dikkat çekiyor. Koreli çalışma videosu üreticisi, bu videoların iki türlü amaca hizmet ettiğini belirtiyor:  izleyen katılımcıları çalışmaya motive etmesi ve içeriği üretenin de konsantrasyonu dağılmadan çalışmaya devam etmesini sağlaması. Örneğin, Neyeop Jari Namja, “오늘은 다른 방송을 이용하시거나 이전 스트림으로 공부하셔야할것 같습니다” şeklinde katılımcıya şu yanıtı vermektedir: “bugün başka bir yayını kullanmalı ya da önceki yayını izlemelisin”. Böylece, kendi çalışması dışında yayına katılanlara da değer verdiğini göstermektedir. Japonya’dan içerik üreten “Manten” bu videoları 2018 yılının 8.ayına dek üreteceğini açıklamıştır. Manten Ezcacılık Fakültesine girmek için çalışmaktadır. Yayın saatleri, Pazartesi, Cuma, Cumartesi ve Pazar günlerinde sabah 5 ile akşam 8, Pazar sabah 5 ile 11, öğleden sonra 6 ile 10, Salı sabah 5 ile 3, akşam 9 ile 10, Çarşamba sabah 5 ile 11, öğleden sonra 6 ile 10 arasındadır. Manten’de canlı yayında katılımcılarla sohbet etmeyi ihmal etmiyor. Manten’in diğer vbloggerlardan farkı, kim olduğuna ilişkin mahremiyete önem vermesi ve tüm içeriklerinde yüzünü maske ile gizlemesi, başına da daima şapka takması. Böylece kim olduğunun öğrenilmesini güçleştirmesi. Bu videolar hiç kuşkusuz Uzak Doğu’da “cram school”, diğer bir deyişle okul sonrası dershaneye giderek burada tek başına ders çalışma kültürünün bir uzantısı.

3

Bu vbloglar, ders çalışırken, üniversite veya kamu görevlisi sınavlarına hazırlanırken duyulan yalnızlık hissinin, bir çalışma topluluğunun parçası olma ve birliktelik duygusunun yaratılması ile aşılmasını sağlıyor. Günümüzün veri üretimi ve tüketimi odaklı, verilerin artı değer yarattığı platform kapitalizmi dünyasında 7/24 her an bu dünyaya dahil olmaya davet ediyoruz. Bireyin boş zaman elde edebilmesi için daha verimli, daha yaratıcı ve  esnek çalışmaya  teşvik edildiği bu dünyada, çalışma bir zorunluluk olarak kurulmakta. YouTube’daki çalışma videoları da çalışma edimini bir tür kutsamakta, diğer YouTube videoları nasıl çalışmaktan kaçışa olanak sağlarken, bu videolar “amaca /hedefe yönelimli” sürekli çalışmayı önermektedir. Sizce peki denemeye değer mi? “birlikte çalışma videoları”…Kolektif bir çalışma duygusu üretiyor mu?

Kaynaklar:

https://www.youtube.com/watch?v=ixCW2YzSVAQ

https://news.naver.com/main/read.nhn?mode=LSD&mid=sec&sid1=104&oid=044&aid=0000203039

https://www.youtube.com/watch?v=TDXOUJsgE68

https://www.youtube.com/watch?v=Z36D5dTfgAM

https://www.youtube.com/watch?v=oso8UQQofbw

 


“Aramadan Önce Mesaj At”: Dijital Çağda İletişim Kurmanın Yeni Kuralları

Mart 14, 2019

Yazan: Şule Karataş Özaydın, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Ar.Gör.

USA Today’in web sitesinde 22 Şubat 2019 tarihinde Dalvin Brown tarafından hazırlanan yazı, üstünde durduğu konu itibariyle oldukça ilgi çekici. Brown yazısında Amerika özelinde dijital çağda iletişim kurmanın yeni kurallarına sosyal medya kullanıcılarının görüşlerini dikkate alarak yer vermiş. Her ne kadar dijital çağda iletişim kurmak kolaylaşsa da bu kolaylığın getirdiği bir takım zorluklar da var. Bu zorlukların başında her an ulaşılabilir olmak geliyor. Brown’un aktardığı üzere çoğu insan aranmadan önce konuşmak için müsait olup olmadığının mesaj yoluyla sorulmasını bekliyor.

Yazısında Brown, Virginia Tech Üniversitesi’nde İletişim profesörü olan James Ivory’nin de görüşüne yer veriyor. Ivory’e göre nasıl ki her kuşağın ve küçük arkadaş gruplarının kendilerine ait konuşma biçimleri var internet kültürüyle ortaya çıkan teknolojiye bağlı bireylerin de kendilerine ait iletişim kurma ritüelleri var. Brown’un Amerikalı Twitter kullanıcılarının görüşlerinden derlediği dijital çağda iletişim kurmanın yazılı olmayan 15 kuralı şöyle:

  1. İnsanları rastgele görüntülü aramayın. Biriyle görüntülü konuşmak istiyorsanız ilk önce o kişiye mesaj atın ya da arayın.
  2. OK ya da LOL gibi tek kelimelik mesajlar muhabbeti bitirir. Eğer gerçekten konuşmayı sonlandırmak gibi bir niyetiniz yoksa karşınızdakine tek kelimelik cevaplar vermeyin.
  3. Eğer tanıdığınız biri paylaştığınız bir fotoğrafa ya da videoya yorum yapmışsa, sizin de yoruma cevap vermeniz gerekir.
  4. Eğer biri sizinle belirli bir iletişim aracıyla iletişim kuruyorsa, örn. e-posta, sizin de aynı iletişim aracını kullanarak cevap vermeniz beklenir.
  5. Kendi paylaşımlarınızı beğenmeyin. İnsanlar beğenilerinizi görür ve bu durum sizi garip bir duruma düşürür.
  6. Beğeni, yorum ve paylaşım isteklerinde bulunmayın.
  7. Bir mazeretiniz yoksa size gelen mesaja cevap vermek için saatlerce beklemeyin.
  8. Aslında sesli mesaj bırakmak zorunda değilsiniz.
  9. Eğer biri size mesaj yoluyla birçok soru sormuşsa, mesajın sadece bir kısmına cevap vermeyin.
  10. Peş peşe fotoğraf paylaşmayın.
  11. Doğum günü, bayram vs. kutlamaları için mesaj atmanız yeterli. Aramak zorunda değilsiniz.
  12. Mesaj gruplarını bire bir konuşmak için kullanmayın. Bu tarz konuşmalar sinir bozucu olabilir ve çoğunlukla tercih edilmez.
  13. Mesajla kötü haberleri paylaşmaktan kaçının. DM kullanarak kötü haber paylaşmayın.
  14. Eğer mesajınıza cevap alamazsanız sinirlenmenize gerek yok. Bu o kadar da büyütülecek bir mesele değil.
  15. Eğer Snapchat’te paylaşım yapacak zamanın varsa, telefon mesajlarına cevap vermek için de zamanın var demektir.

Her ne kadar yazılı olmayan iletişim kuralları Amerikalı kullanıcılar tarafından dile getirilse de bu kuralların evrensel olduğu aşikar. Yine de bu kurallara farklı kültürler ve dilsel pratikler bağlamında ek yapılabilir. Örneğin Türkiye özelinde yazılı olmayan iletişim kurallarına bir ek yapmamız gerekiyor. Bu ek maddeyi bir örnek olay üstünden açıklayalım. TV8’de yayınlanan Survivor programında 5 Mart 2019 tarihinde bir yarışmacı ve sevgilisi arasında mesajlaşma krizi yaşandı ve bu kriz Türkçe mesajlaşırken dikkat etmemiz gereken bir diğer yazılı olmayan iletişim kuralını gözler önüne serdi.

Kısaca olaya değinmek gerekirse Survivor programında ödül olarak sevdikleriyle mesajlaşma hakkı kazanan yarışmacılar sırasıyla yakınlarıyla Whatsapp üstünden yazıştılar ve bu yazışmalar TV8 ekranında yayınlandı. Ödülü kazanan yarışmacılardan biri olan Melisa, erkek arkadaşıyla yazıştığı sırada erkek arkadaşının ona sadece ismiyle hitap etmesi sonucunda duygusal bir çöküntü yaşadı.

Melisa ve erkek arkadaşı arasında geçen bu yazışma sosyal medyada da yer buldu. Melisa’nın erkek arkadaşının aşkım, sevgilim, bir tanem vs. gibi sevgi hitapları yerine sadece Melisa yazması bazı sosyal medya kullanıcıları tarafından eleştirildi.

Melisa ve erkek arkadaşı arasında yaşanan bu örnek olay üstünden de anlaşılacağı üzere Türkiye bağlamında iletişim kurmanın yazılı olmayan bir diğer kuralı şudur: Mesajlaşırken insanlara ismiyle hitap etmek bir resmiyet ve soğukluk göstergesidir. Bu sebepten dolayı siz siz olun sevgilinizle ya da en yakınlarınızla mesajlaşırken ismiyle hitap etmekten kaçının.

Haberin linki: https://www.usatoday.com/story/tech/2019/02/22/15-unwritten-rules-calling-texting-and-social-media/2789056002/


Hacettepe Üniversitesi Teknokent Kişisel Verilerin Yönetimi Sempozyumu’nun ardından

Mart 14, 2019

Yazan: Derya Güçdemir, M.S.

Kişisel Verilen Yönetimi Derneği (KVYD) ve Hacettepe Teknokent A.Ş. tarafından, 7 Mart 2019 tarihinde kişisel verilerin korunmasına yönelik farkındalık oluşturmak, bilinç geliştirmek, kişisel verilerin yönetimini ele almak ve veri güdümlü ekonomide gerek özel gerek kamusal aktörlerin uluslararası rekabet kapasitesini artırmak amacıyla Kişisel Verilerin Yönetimi Sempozyumu gerçekleştirildi[1].

Kişisel Verilerin Yönetiminde Düzenleyicilerin Yaklaşımı isimli oturumda, Kişisel Verileri Koruma Kurumu (KVKK) 2. Başkanı Cabir Bilirgen, kişisel sağlık verilerinin hastaların sağlığını geliştirmek dışında kullanılmaması, araştırma amacı dışında başka bir amaçla yaklaşılmaması ve hukuki gereklilik halinde yalnızca veri tabanı yöneticisinin erişebilmesi gerektiğini belirtti. Bu bağlamda, verinin gerek teknik gerek idari yönden korunmasının gerekli olduğunun altını çizdi. Sudo veri, veri anonimleştirme, veri silme, veri yok etme ve veri sahipliği kavramlarından bahsederek en çok çalınan verinin kişisel veriler olduğunu, bu çerçevede verilerin kurumlar tarafından amacına uygun olarak ve sadece açık rıza ile yeteri kadar toplanması gerektiğini vurguladı. Aksi takdirde, hastaların güvenlik ve mahremiyet gibi kaygılardan dolayı sağlıkları ile ilgili her şeyi anlatmadığını ve hasta hikayesinin eksik kaldığını, mahremiyetin bu yüzden önemli olduğunu söyledi. Yapılan ihlaller karşısında ise Türkiye’de yaptırımların uyarı mahiyetinde olduğunu ve GDPR (General Data Protection Regultion)’dan içtihat oluşturduğumuzu paylaştı. Daha kökten çözümler için veri koruma kültürünü oluşturmanın gerekliliğinden ve bunun kurumsal kültürün bir parçası olması gerektiğinden bahsetti. Örneğin, bu noktada kurumlarda kişisel veri dairesinin neden olmadığını düşünebiliriz. Bunun yanında, okullarda kişisel veri kulüpleri kurulması yönünde MEB ile çalışmalar yaptıklarını vurguladı.

Aynı oturumda, T.C. Sağlık Bakanlığı, Sağlık Bilgi Sistemleri Genel Müdürü Dr. M. Mahir Ülgü, kişisel sağlık verileri hakkındaki regülasyonlardan ve tıpta kaydın öneminden bahsetti. Elektronik ortamda tutulan bilgiler ile ilgili olarak verilerin çeşitliliği ve büyüklüğünden bahsederek bilgi işlem güvenliğinin önemine değindi. Saha eğitimleriyle 500.000’den fazla sağlık çalışanının 453.000 kadarına bilgi güvenliği ile ilgili farkındalık eğitimleri verildiğini vurguladı. ISO 27001 Bilgi Güvenliği Yönetim Sistemi, kamu net ve e-nabızdan bahsetti. Hasta verileriyle ilgili olarak, sadece hukuki dayanaklar dahilinde yeteri kadar veriyi açtıklarını ve hangi hekimin hangi hastanın sağlık kayıtlarına baktığına dair log tutulduğunu belirtti. E-nabız sisteminde paylaşım ayarları kısmında “hiçbir hekim verilerimi görmesin” kısmını işaretleyerek verilerin erişime kapatılabileceğini ve hekimin talebi ve hastanın rızası doğrultusunda sadece tek kullanımlık SMS şifresiyle giriş yapılabileceğini anlatarak, sağlık bakanlığının veri koruma ve güvenliği konusunda attığı adımları paylaştı.

Kişisel Verilerin İşlenmesi ve Korunması Arasındaki Denge isimli oturumda, Kişisel Verileri Koruma Kurumu (KVKK), Veri Yönetimi Daire Başkanlığı’nda Uzman olarak çalışan Ahmet Miraç Sönmez, anayasanın 20. maddesinin 3. Fıkrasından (özel hayatın gizliliği) ve 2016 yılında kabul edilen Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’ndan bahsetti. Verimlilik elde edebilmek için verilerin korunarak işlenmesi gerektiğini, işlendiğinde ise amaçla bağlantılı, sınırlı ve ölçülü olması gerektiğini vurguladı. Veri ve özel nitelikli veri arasındaki fark, zımni rıza, kişisel verilerin işlenmesinde veri sorumlusunun yükümlülükleri, 6698 Kişisel Verilerin Korunması Kanunu madde 10 (aydınlatma yükümlülüğü), madde 12 (veri güvenliği) ve Veri Sorumluları Sicil Bilgi Sistemi (VERBİS) gibi konulara değindi. Verilerin uluslararası transferinin açık rıza ile mümkün olduğunu belirtti.

Aynı oturumda T.C. Sağlık Bakanlığı, Sağlık Bilgi Sistemleri Genel Müdürlüğü, Sistem Yönetimi ve Bilgi Güvenliği Dairesi Başkanı M. Fatih Uluçam, verilerin herkesi ilgilendirdiği konusunda oluşması gereken farkındalıktan, bireylerin kendi haklarını çok iyi bilmesi gerektiğinden ve verilerin kötü ellere geçmesini engelleyen kişi ve aktörlerin öneminden bahsetti. Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dr. Öğretim Üyesi Mehmet Bedii Kaya kişisel verilerin işlenmesi ve korunmasıyla ilgili olarak herkesin kendisiyle ilgili kişisel verinin korunmasını isteme hakkına sahip olduğunu vurguladı. Bu hakkın sınırlarının neler olabileceğinden ve hakların kötüyü kullanımı karşısında hukuki korumadan bahsetti. Verilerin dışarıya açılması hakkında, verilerin kötüye kullanılmasına, şirketin ticari sırlarının ortaya çıkmasına ve yanlı algoritmalara yönelik duyulan endişeden bahsetti. Daha yansız sonuçlara ulaşmak için algoritmanın başka bir algoritma tarafından denetlenebileceğini söyledi. Veri temelli ekonominin ancak hukuki belirlilikle sürdürülebilir olduğunu vurguladı.

Ulusal ve Uluslararası Yönleriyle Kişisel Verilerin Korunmasına Hukukçu Yaklaşımı isimli oturumda Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dr. Öğr. Üyesi Ertuğrul Akçaoğlu mevzuat okuyabilmenin hukuk bilmek anlamına gelmediğini, kişisel verilerin yönetimi ve korunması konusunda hukukçular, mühendisler ve diğer paydaşlarla birlikte süreci yönetebilmenin, birbirimizi ve kullandığımız dilleri anlayabilmenin önemine dikkat çekti. Kişisel verinin aslında Adem ile Havva’nın karşılaştığı zamandan beri var olduğunu, yeni bir olgu olmadığını tartıştı. KVKK’nın 2016’dan daha önce zaten var olduğunu, bunu medeni kanunda, kişilik haklarında, vergi kanununda ve TCK’da görebileceğimizi belirtti. 2016 yılında ise kişisel verilerin korunmasıyla ilgili başka bir perspektif kazandığımızı vurguladı. Terminoloji konusunda yaşanılan sıkıntıya dikkat çekmek için ‘controller’ kelimesinin Türkçe’ye ‘veri sorumlusu’ olarak çevrilmesine işaret etti. Controller dediğimizde, denetime ek olarak yönetim kısmı olduğunu da düşünebilir miyiz? Ya da veri sorumlusu dediğimizde, kanun bize sana hesap sormaya geldim mi demek istiyor? AB’nin şu anda GDPR ile çöpe atmış olduğu 1995 tarihli Veri Koruma Direktifi’nden KVKK’yı çıkartmış olduğumuzu vurguladı. İlkeleri öğrenmemiz ve özümsememiz gerektiğinin altını çizdi. Eksiklerimizin farkına vararak, diyalog ve iş birliği içinde olmamız, aynı terimlerle konuşmamız ve var olan diğer kanunların amaçlarıyla KVKK’nın amaçlarının uyumlu olması gerektiğini belirti. Aynı oturumda Ankara Barosu Üyesi Av. Ela Erturan kişisel verilerin korunmasının uygulamadaki yansımalarına / farklılıklarına ve ayrıca bu süreçlerin veri sorumlusu ve veriyi işleyen taraf için nasıl olması gerektiğine yönelik bir sunum yaptı. Hukuki sebeplerin olmaması dahilinde verilerin silinmesi gerektiğine, verilerin güvenliğinden sadece IT birimlerinin sorumlu olmadığına ve hukuku iyi bilmenin önemine dikkat çekti.

Sağlık Hizmetleri ve Araştırmalarında Veri Mahremiyeti ve Bilgi Güvenliği isimli oturumda T.C. Sağlık Bakanlığı’nda Danışman olarak çalışan Uzm. Dr. Sinan Korukluoğlu hastaların sosyal medyada sağlık verilerini ve sağlıkları ile ilgili durumları paylaşmasını eleştiren bir sunum yaptı. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. F. Nur Baran Aksakal veri mahremiyeti ve bilgi güvenliği konusunda tarafların bulaşıcı hastalıklar ya da salgınlar konusunda veri toplamak ya da toplanan veriye erişim sağlamak isteyebileceğini fakat bunun bilgisel mahremiyet çerçevesinde gerçekleşmesi gerektiğini belirtti. Veri mahremiyeti derslerinin olmamasına dikkat çekerek, ‘veri, ‘bilgi ve ‘enformasyon terimleri arasındaki ayrımı ortaya koydu. Etik kodların ve aynı dili konuşmanın öneminden bahsetti. MSD Türkiye Klinik Araştırmalar Kalite Müdürü Ayşe Ceren klinik araştırmalardaki veri mahremiyeti ve bilgi güvenliği konusundaki pratiklere değindi. Kısıtlı erişimin öneminden, sosyal medya uygulamaları aracılığıyla belge göndermenin yanlışlığından ve firma dışına çıkan verinin kodlanmış veri olduğundan bahsetti.  Kişisel Verileri Koruma Kurumu (KVKK)’da Uzman olarak çalışan Cennet Alas Şekerbay, veri mahremiyeti ve veri koruma kültürünün oluşmasının öneminden bahsetti. 2016’dan beri bu kültürün gelişmekte olduğunu, fakat hala oturmadığını ve yaptırımlarla birlikte ilerleyebileceğini belirtti. Pseudonymization ve anonimleştirme gibi kavramlardan ve belirli durumlarda verinin ‘tanımlanabilir” olmasına ihtiyaç duyabileceğinden bahsetti.

Son olarak, verinin güvenliğini ve mahremiyetini sağlamak için ilk önce veri koruma kültürünün bireysel, toplumsal ve kurumsal düzeyde gelişmesi gerektiğini görebiliyoruz. Cabir Bilirgen’in de belirttiği üzere, bedava peynirin sadece fare kapanında olduğunu hatırlayarak ‘ücretsiz hizmet’ sağlayan platformların ve şirketlerin verilerimizi nasıl kullandığı konusunda eleştirel yaklaşmalıyız. Verilerimiz üzerindeki haklarımızı bilmeli ve gerektiğinde talep etmeliyiz. Mehmet Bedii Kaya’nın da belirttiği üzere, hukuki belirliliğin veri güdümlü ekonominin sürdürülebilirliği için temel olduğunu benimsemeli ve kanunların/düzenlemelerin verimli bir şekilde uygulanabilmesi için paydaşlar olarak aynı dili ve kodları kullanmanın önemini kavramalıyız.

[1] https://www.hacettepeteknokent.com.tr/tr/duyurular/55/kisisel-verilerin-yonetimi-sempozyumu