Yazan: Ertan Ağaoğlu, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fak.Araş.Görevlisi
Sahip olduğumuz refah düzeyi bakımından insanlık tarihinin belki de en iyi dönemlerinden birinde yaşamaktayız [1]. Hayat standartlarımız, tıbbın ve teknolojinin sunduğu olanaklar sayesinde oldukça yüksek ve daha da iyileşmeye devam ediyor. Böylesine bir zamanda sahip olduğumuz ilaçları, aşıları, ulaşım ve iletişim olanaklarını verili kabul edip hayatımızın doğal bir parçası gibi yaklaşabiliyoruz. Belki de bu yaklaşım, bizleri bir doğayı hükmetme çılgınlığına sürüklüyor. Bu durum bizlere aslında ne kadar aciz, doğaya hükmeden bir canlıdan çok, yalnızca onun bir parçası olan canlılar olduğumuzu unutturabiliyor. Ne var ki kriz anları bizleri bu unutkanlığın içinden çekip alabiliyor.
31 Aralık’ta Çin Halk Cumhuriyeti’nin, daha önce rastlanmamış bir virüs ile karşı karşıya olduğunu açıklaması, tam da bu verili saydığımız olanakların elimizden nasıl kısa bir süre içinde kayıp gidebileceğine şahit olacağımız bir sürecin başlangıcına işaret ediyordu. Önceki SARS tipi virüslerin aksine oldukça hızlı yayılan COVID-19 (Coronavirus 2019), çok kısa bir süre zarfı içinde neredeyse tüm ülkelerde tespit edildi ve dünya bir anda kendisini tam anlamıyla bir krizin içinde buldu. Öyle ki insanlık, yakın tarihte bulaş hızı böylesine yüksek ve tüm dünyayı etkisi altına alan bir virüs ile karşılaşmamıştı. Şu an hala bu krizle nasıl başa çıkacağımızı kestirmekte zorlanıyoruz.
Gün itibariyle virüse karşı hala bir aşı ya da tedavi geliştirilememişken, yayılımını yavaşlatabilmek için evde kalmaktan başka bir yönteme de sahip değiliz. Her ne kadar “normalleşme” süreci içine girmiş bulunsak da, dünya çapında 2 milyarı aşkın insan hala hayatını evinden idame ettiriyor (Freemalaysia, 2020) ve bu sürenin ne kadar devam edeceği belirsiz. Bu kriz, en başta ülkeleri ekonomi, eğitim, ulaşım gibi alanlarda etkilemekte.
Devletlerin yaşadığı bu makro krizin ötesinde, eve sıkışan insanların da bir krizin içinde olduğunu söylemek mümkün. Daha önce belki de hayatları boyunca hiçbir zaman böylesine uzun süreler boyunca evde kalmak zorunda olmayan insanlar, süresi belirsiz bir karantina altında evlerine sıkışmış durumda. Bu durum bireylerin gündelik pratiklerinin (alışveriş, ulaşım, sağlık) değişime uğraması anlamına gelirken, onların fiziki ve akli sağlıklarını da tehlike altına atıyor. Geleneksel ve sosyal medyada kanaat önderlerinin, organizasyonlarının bu sürenin nasıl değerlendirilebileceğini anlatması ya da bireylerin içinde bulundukları bunalımı aktif olarak ifade etmeleri bu durumun kanıtı niteliğinde.
Bu sürede evde meşgul olabileceğimiz çevrimiçi filmlerin, dizilerin, aktivitelerin listeleri sosyal medya üzerinden sıklıkla paylaşılıyor, eğitim kurumları çevrimiçi derslerini herkese açıyor, müzeler sanal turlarını ücretsiz olarak dünyaya sunuyor. Bunun ötesinde kullanıcılar çeşitli internet platformları üzerinden birbirlerine tıbbi ve psikolojik [2] anlamda destek olmak üzere topluluklar kuruyor. Açılan çevrimiçi kursların, paylaşılan listelerin, destek platformlarının hepsi aslında tek bir krizin çözümüne yönelik: zaman ile başa çıkma krizi. Bu metin, içinde bulunduğumuz pandemi sürecinde zaman, uzam ve yeni medya ilişkisini bazı kavramlara başvurarak açıklamaya çalışacaktır.
Bu anlamda zaman ve günümüzde zamanla ilişkimizi etkileyen hız kavramından bahsetmek faydalı olacaktır. Aslen zamanla kurduğumuz ilişki yüzyıllar boyunca içinde yaşadığımız doğa ile içkin olmuştur (Gleick, 1999, s.101-108). Birçok dönemde güneşin doğuşu insan etkinliğinin başlangıcını işaretlerken, güneşin batışı bir bitiş anlamını taşımaktaydı. Öyle ki insan bedeni, diğer tüm canlılar gibi bu düzen çerçevesinde bir biyoritm geliştirmiş (a.g.e; Urry, 2009), zamanı ‘hissetme’ konusunda yetkinleşmiştir. Ancak bazı teknolojik gelişmeler zaman ile kurduğumuz ilişkiyi kökten değiştirmiştir. Bu değişime yol açan teknolojik gelişmelerin başında elbette saat gelmektedir (31-43). Saatin icadı daha önce insanoğlu için oldukça soyut olan zamanı göreceli olarak somut bir hale getirmiştir. Zaman artık tıpkı hız gibi birimler ile ölçülebilen, planlanabilen bir gerçeklik haline dönüşmüştür.
Saat ve saat zamanı elbette uzun süredir insanoğlunun hayatında olan gerçekliklerdir. Ancak insanın zaman ve doğa ile kurduğu bağ, endüstriyel kapitalizmin gelişmesi ile beraber büyük bir değişime uğramış, insan hayatı saat zamanı etrafında organize edilmeye başlamıştır. Bu süreç en başta emek süreçlerinin tarladan fabrikaya taşınması ile başlar. Fabrikalar, doğadan otonom bir biçimde çalışabilen, doğal süreçlerden özerk bir alandır. Fabrikalarda sabah ve akşam mesailerinin dönüşümlü olarak gerçekleşmesi, yapay ışıklandırmalar ile doğadan bağımsız bir üretim sürecinin ortaya çıkması insanları saat zamanına daha da bağlı bir biçimde yaşamaya itmiştir. İş zamanı ve boş zaman arasında keskin çizgiler ile ayrılmış, böylece iş zamanı maksimum kâr etmek üzerine çalışılan, boş zaman ise bir sonraki çalışma gününe hazırlanmak için dinlenilen bir sürece işaret etmekteydi (Crary, 2013).
Günümüz modern toplumlarında, özellikle de şehirlerde, yaşam kârı arttırmak üzere zaman düzenlemelerinin boyunduruğu altındadır (bkz: Simmel, 2008). Kişilerin hayatları saat zamanı etrafında organize edilir. Zamanın böylesine sıkı bir biçimde düzenlendiği toplumlar monokronik bir kültüre sahiptir (Duranti, Di Prata, 2009). Monokronik kültürlerde zaman düz çizgiseldir. Etkinlikler tek başına gerçekleştirilir yani iki etkinlik birbirine karıştırılmaz ve birbirini takip eden bir yapıya sahiptir. Monokronik kültüre sahip toplumlarda toplumsal hayatın organizasyonunda zaman planlamaları (saat, takvimler, çizelgeler) öne çıkar. Monokronik kültürler “zamanında” iş yapmaya, dakikliğe, zaman çizelgelerine önem verir (Duranti, Di Prata, 2009). Kişilerin zaman düzenlemelerine uyması toplumun pürüzsüz bir biçimde işlemesinin ön koşuludur (Simmel, 2008). Monokronik kültürlerde zaman kaybedilebilecek, boşuna harcanabilecek veya tam tersi biçimde yönetilip, planlanabilecek ve verimli kullanılabilecek değerli bir olgu olarak kabul edilir (Duranti, Di Prata, 2009). Zamanın böylesine değerli olduğu toplumlarda onun etkili kullanımı, elzem bir gereklilik haline gelir. Özellikle iletişim ve ulaşımın da hızlanması ile beraber zamanın etkili kullanımına yönelik söylem hız tutkusunu ortaya çıkarmıştır
Hızlanmanın dinamiklerini anlamak için Rosa’nın, hızlandırıcı faktör olarak ekonomik, kültürel motor (2009, s.90-92) kavramlarını incelemek faydalı olabilir. Hızlanmanın altında yatan en büyük etkilerden biri elbette ekonomiktir. Kapitalist ekonomilerin işleyişinde malların ve sermayenin hızlı dolaşımı merkezdedir. Bu sebeple zaman kontrolü önem taşırken, her şeyden önce emek zamanı kâr için önemli bir faktördür. Zaman kazanmak kâr anlamına gelir; vakit, nakittir. Bir diğer önemli etken ise hızlanmanın rekabet ortamında hayati bir önem taşımasıdır. Rekabet içindeki taraflar birbirinden hızlı davranmak zorundadır; yenilikleri hızlı yakalayan taraf daha fazla kâr edecektir (89). “Son olarak, yatırım yapılan sermayenin hızla yeniden üretimi, Marx’ın teknolojinin “ahlaki tüketimi” olarak adlandırdığı olgudur ve kredi sistemi açısından çok önemlidir.”(89).
Hayatın hızlanmasındaki bir diğer itki ise kültürel motordur. Batı toplumlarında hızlanma modernitenin kültürel fikrileri ile yakından ilişkilidir. Bu fikirler geleneksel ve yenilik arasındaki dengeyi değiştirip, “değişim için değişim” düşüncesini güçlendirmiştir. Günümüzde iyi yaşam, geçmişte olduğunun aksine, ölümden sonraki öteki dünyada değil, sonsuz seçenekler ile dolu bu hayatta yaşanmalıdır. Bu sebeple, bireyin hayatı boyunca daha fazla şey deneyimlemesi gerektiği söylemi hakimdir. Ne var ki insan yaşamı dünyadaki her şeyi deneyimleyecek kadar uzun değildir. Deneyimleri, hedefleri, eylemleri daha hızlı gerçekleştirmek; daha fazla şeyi tecrübe etmek; daha iyi bir yaşam sürmek anlamını taşır (91-92).
Dolayısıyla hız, güç ve üstünlük ile eşleştirdiğimiz bir olgu haline gelmiş, özellikle 20. Yüzyılın başlarında bu hız tutkusu hayatın her bir yanına sirayet etmiştir. Yemek sektöründen, eğlence sektörüne, yayıncılıktan siyasete kadar birçok alan hız ile şekillenmiş, tüketim alışkanlıklarımız değişmiştir. Diyetimizi oluşturan besinler gitgide daha kolay hazırlanabilir, tüketilebilir bir hal alırken (147-151); medya diyetimiz de kısa sürelerde daha fazla keyif veren, bizleri enformasyon bombardımanına tutan türler ile dolmuştur. Siyasiler de en kısa zamanda, en fazla mesajı vermeye çalışan söylemlere sarılmıştır (173-191). Neredeyse Her Şey hızlanmıştır.
Bu sürecin bir sonucu olarak bilişsel ve duygusal tepkilerimizde de bazı değişimler yaşanmıştır. Örneğin yavaş konuşmalara, ağır ilerleyen filmlere karşı sabır eşiğimiz oldukça düşmüştür. Medya da bu sabırsızlığımıza uyum sağlayarak sunduğu içerikleri ilgimizi yüksek derecede tutmak üzere tasarlamaya başlamıştır. VH kanalında yayınlanan Geriye Sar programı bunun en güzel örneklerindendir (a.g.e). Program eski video klipleri üzerine konuşma baloncukları ekleyerek ya da üzerine yorum yaparak yeniden yayınlamıştır. Artık tek bir uyaran izleyiciye yetmemektedir. Uyaranlara karşı tepki eşiğimizin gitgide düşmesi, alkole (ve diğer tüm maddelere) karşı töleransımıza oldukça benzerdir. İnsanlar alkol tükettikçe töleransları yükselir ve bunun sonucunda, eski sarhoşluğu yakalamak ancak daha fazla alkol ile mümkündür. Sıradan bir günde şehirde yaşayan bir insanın maruz kaldığı reklamlar, imgeler ve diğer birçok enformasyon parçası da bireyin uyarıcılara karşı töleransını arttırır. Günden güne daha fazlasına ihtiyaç duyan beynimiz yeterince uyarılmadığında, “modern bir icat olan” sıkılma (a.g.e) durumu baş gösterir.
COVID-19 ve Zaman Deneyimi
COVID-19 salgını alışık olduğumuz zaman düzenlemelerini ve hız anlayışımızı yerle bir etmiştir. Modern hayatın hız anlayışını şekillendiren en temel olgulardan biri şüphesiz ki ulaşımdır. Ulaşım teknolojileri sayesinde insan, mal ve bilgi küresel çapta hızlı bir akış içindedir. Ancak salgın bu akışı büyük ölçüde sekteye uğratmıştır. En başta uluslararası yolculuklar olmak üzere her türlü ulaşımın hükümetler tarafından engellenmesi, insanların hareketlilik kabiliyetini azaltmıştır. Kargo ve posta hizmetlerinin de süresiz olarak durdurulması mal ve hizmetlerin akışını yavaşlatmıştır. Bir anlamda neo-liberal dönem öncesinin katı sınırları (hard borders) geri dönmüştür. Bunun ötesinde, evden çalışma, dönüşümlü çalışma programları gibi emek zamanının azalması ile sonuçlanan yeni düzenlemeler sonucunda şirketlerin kârında büyük oranda azalmalar görülürken; pandeminin piyasaya getirdiği belirsizlik tüm dünya borsalarında bir düşüşe yol açmıştır. Tüm bu faktörler, hızın ‘ekonomik motorunun’ sekteye uğramasına yol açmıştır.
Pandemi sürecinin beraberinde getirdiği eve kapanma zorunluluğu, hızlanmanın ‘kültürel motorunun’ temelini oluşturan deneyim dolu hayat söylemini de sekteye uğrattı. Zira sinema, tiyatro, konser gibi kültürel etkinlikler belirli olmayan tarihlere ertelenirken, başta uluslararası ulaşım kanallarının kapatılması deneyim dolu hayat söylemini bir süre için de olsa rafa kaldırdı. Öyle ki ‘Hayat eve sığar’ sloganı bu durumun en iyi örneklerinden sayılabilir. Kısa zamanda daha fazla deneyim yaşama olanağı ortadan kalktıkça, bireyler bir yavaşlama sürecine girerek evlerinde kendilerine yetebilecek etkinlikler ile ilgilenmeye başladı. Bu süreç, insanları modernitenin hızlı yaşam – fazla deneyim söylemi ile taban tabana zıt bir gerçekliğin içinde yaşamaya itti.
Bu yavaşlama, Rosa (2020)’nın da bahsettiği gibi, zorunlu bir yavaşlamaya işaret etmektedir. Bu süreci, hızlanmanın ve dinamizasyonun isteyenmeyen bir sonucu olarak yavaşlama (Rosa, 2009, s.94) olarak okumak mümkündür. Öyle ki salgın, hızlanmanın da temelini oluşturan ulaşım yoluyla başlamış ve kentleşmenin yarattığı nüfus yoğunluğu sebebiyle yayılmıştır. Dolayısıyla aşırı hızlanma tüm dünyayı zorunlu bir yavaşlamaya sürecine itmiştir. Ancak bu süreçte dijital teknolojiler, yavaşlayan hayatımızda dengeleyici bir rol oynamaktadır.
Zorunlu yavaşlama insanların birçok uyarandan uzak kalmasıyla da sonuçlanmıştır. Sosyal çevresinden uzaklaşan, dışarıda gerçekleştirilen tüm etkinliklerden uzak kalan insanların, dakikalar içinde yüzlerce görüntüyü, binlerce kelimeyi ekranına taşıyabilen dijital teknolojilere [3] yönelmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Bireylerin akli uyarıcılara ihtiyaç duydukları bu günlerde yeni medya en temel eğlence aracı haline gelmiştir. Bireylerin dijital teknolojilerin sunduğu çoklu medya özelliğinden yararlanmasının dışında, karantina sırasında en düşük seviyede tutulmaya çalışılan sosyal ilişkilerin neredeyse tamamı siber uzama taşınmıştır. Dolayısıyla karantina günlerinde siber ortamın sunduğu hizmetler, hız tutkumuz ile yükselen uyaran eşiğimizin tatmin edilmesinde büyük bir rol oynamaktadır. Buna ek olarak alışveriş, bankacılık işlemleri, fatura ödemeleri gibi birçok gündelik iş dijital uzam üzerinden gerçekleştirilmektedir. Ardından e-müzeler, e-konserler, e-konferanslar fiziksel hareketlilik kapasitemizi arttıramasa da sosyal mevcudiyet yoluyla hayata bir nebze de olsa katılımımızı kolaylaştırmaktadır.
Salgın sırasında dijital teknolojilerin zaman algımız üzerindeki etkisi ise iki yönlüdür. Her şeyden önce bireylerin hayatlarını evlerinden sürdürebilmesi monokronik zamanın bağlayıcılığını bir derecede sekteye uğratmaktadır. Esnek çalışma saatleri, önceden kayıt edilmiş eğitim setleri bireylerin resmi saatler dışında çalışmasına ve derslere katılabilmesine olanak sağlar. Kişinin deneyimlerinin ötesinde kurumlar da asenkronize işlemeye başlamıştır. Dersler monokronik zaman rejiminin belirlediği “uygun” saatler içinde gerçekleşmemekte, toplantılar olağandışı saatlere kayabilmektedir. Tüm bu süreçte, zaman üzerine bağlayıcı kurallar olmadan yaşayan bireylerin zaman algısının değişmesi muhtemeldir. Bu teknolojiler bireylerin zaman algılarını değişime uğratıp onların dışarıdaki hayat ile kurdukları senkronik düzeni sekteye uğratabilmektedir. Öyle ki günlerin birbirine karıştığı, insanları zamanı takip edemediği söylemi ile sık sık karşılaşmaktayız [4].
Aynı zamanda dijital teknolojiler, evde kalan bireylerin monokronik zaman rejimi ve toplum ile tek bağlantısıdır. Çevrimdışı dünyada zaman kuralları çerçevesinde hayatını sürdüremeyen (zamanında derse katılabilmek adına trafik sıkışıklığını da göz önünde bulundurup belirli bir saatte uyanan, öğle yemeği saatinden, molalarına kadar belirlenmiş bir öğrenciyi düşünün) birey artık monokronik zaman rejimine tabii değildir. Birey çevrimiçi dersler, iş görüşmeleri, canlı haber yayınları gibi etkinlikler yoluyla tekrar senkronize olmasını sağlayabilir. Dolayısıyla yeni medyanın senkronize olma konusunda ikircikli bir role sahip olduğu söylenebilir. Bireyler yeni medya yoluyla monokronik zaman rejimine istedikleri anda bağlanabilirken, aynı zamanda bu teknolojiler sayesinde zaman düzeninden bağımsız bir biçimde hayatını idame ettirebilmektedir.
Bu anlamda dijital teknolojiler yavaşlayan yaşamlarımızı bir nebze de olsa alışkın olunan hıza yaklaştırmaktadır. Ardından evde geçirilen süre içinde uzak kalınan uyaranların yerini alabilecek yeni uyaranları sunma konusunda etkili bir araçtır. Bu durum uyaranlara karşı toleransı arttıracağı gibi, zamanın böylesine yavaşlaması belki de kişilerin tekrar basit etkinliklerden keyif almasının önünü açabilir. Uyaranlar bağlamında oynadığı rolün yanı sıra dijital teknolojiler zaman algımızı da şekillendirmektedir. Monokronik düzenden azade bir biçimde çalışmamıza olanak tanıyan dijital medya teknolojileri modern bireyin ritmini değişime uğratabildiği gibi, yeri gelince otoriteler tarafından atanan görevler sonucunda bireylerin hayata tekrar senkronize olmalarına izin veren bir araç olarak işlev görebilir.
Dipnotlar
[1] https://www.bbc.com/future/article/20160928-why-the-present-day-could-be-the-best-time-to-be-alive
[2] https://www.reddit.com/r/COVID19_support/
[3] https://www.cnet.com/news/coronavirus-has-made-peak-internet-usage-into-the-new-normal/
[4] https://www.discovermagazine.com/mind/how-the-coronavirus-pandemic-is-warping-our-sense-of-time
Kaynakça
Crary, J. (2013). 24/7: Late capitalism and the ends of sleep. Verso Books.
Duranti, G., & Di Prata, O. (2009). Everything is about Time: Does it Have the Same Meaning All Over the World?. Project Management Institute.
Freemalaysia. (2020) Worldwide, nearly 2 billion told to stay home to curb virus spread. 23 Mart tarihinde erişildi. Erişim: https://www.freemalaysiatoday.com/category/highlight/2020/03/23/worldwide-over-1-billion-told-to-stay-home-to-curb-virus-spread/
Gleick, J. (1999). Faster the acceleration of just about everything.
Rosa, H., Feddersen, J. (2020). Soziologe Hartmut Rosa über Corona: „Wir sind in einem Versuchslabor“. Erişim tarihi 20 Haziran 2020, adresi https://taz.de/Soziologe-Hartmut-Rosa-ueber-Corona/!5673868/
Rosa, H. (2009). “Social Acceleration: Ethical and political consequences of a desynchronized high speed society”, High Speed Society. (Der.) Hartmut Rosa ve William E. Scheuerman. Unv. Park: Penn State Unv.Press.
Simmel, G. (2008). Metropol ve tinsel hayat. Modern kültürde çatışma, 85-102.
Urry, J. (2009). “Speeding up and Slowing down”, High Speed Society. (Der.) Hartmut Rosa ve William E. Scheuerman. Unv. Park: Penn State Unv.Press.