İ-Nesli* Büyürken Ebeveyn Olmak: Çocuklar ve Dijital Medya Teknolojileri

Kasım 27, 2019

Yazan: Uzman Psikolog Beren Kandemir, Hacettepe Üniversitesi SBE İletişim Bilimleri Doktora Öğrencisi

Dijital teknolojilerde yaşanan hızlı ilerlemeler günümüz ebeveynlerini bazı ortak endişeler ve kafa karışıklıkları etrafında bir araya getirmektedir. Öncelikle söz konusu değişimler, son yıllarda oldukça büyük bir ivme kazandığından ebeveynler bu teknolojilerin kullanımı ile ilgili olarak çocuklara yaklaşımlarında herhangi bir referans noktası bulamamaktadırlar. Dijital yerliler, internet nesli gibi birçok farklı adlandırmayla kategorize edilmeye çalışılan, özellikle 2000’ler sonrası akıllı telefonlar ve internetin yaygınlaştığı dönemde dünyaya gelen çocukların dijital teknolojilerle aşinalıkları dolayısıyla birçok bakımından ailelerine göre oldukça farklı bir dünyaya gözlerini açtıklarını söylemek mümkündür. Bu durumun, söz konusu çocukları, gerek dünyaya bakışları gerekse çevrelerinde olup biteni algılayışları bakımından kendilerinden önceki jenerasyonlardan büyük ölçüde ayrıksılaştırdığı üzerine birçok görüş bulunmaktadır. Twenge (2018), i-nesli olarak adlandırdığı, 1995 ve sonrası doğan bu jenerasyonun; zamanı değerlendirme şekli, davranış, din, cinsellik ve politik yaklaşımlar gibi birçok konudaki kendine özgü tutumlarına dikkat çekmiştir. Twenge’e göre i-nesli önceki kuşaklara göre yetişkinliği daha geç benimsemekte ve daha yavaş büyümektedir.  Ruh sağlığı olarak ise daha kırılgan bir yapıdadırlar. Bunun yanında yan yana ve yüz yüze sosyal etkileşimleri azalmış bunun yerine internet ve akıllı telefonlarla geçirdikleri süre yaşamlarında önemli bir yer tutmaya başlamıştır (Twenge, 2018). Dijital medya teknolojilerinin gelişmesi ve yaygınlaşması ile birlikte ortaya çıkan çocukların; internet, akıllı telefon, tablet gibi çeşitli dijital medya teknolojileriyle iç içe olması hali ise ebeveynleri, çocuklarının bu teknolojileri kullanımına yönelik olarak benimseyecekleri yaklaşım konusunda soru işaretleriyle baş başa bırakmaktadır.

Ebeveynlerin, çocukların dijital teknolojileri kullanımına yönelik olarak benimseyecekleri yaklaşımlarda öncelikle göz önünde bulundurulması gereken bazı temel hususlar var. Bunlardan ilki çocuğun içinde bulunduğu gelişim evresidir. Jean Piaget’nin kendi çocuklarının gelişimi sürecindeki gözlemleriyle de desteklediği Bilişsel Gelişim Kuramı’na göre; çocuklar yaklaşık 6 yaşına kadar işlem öncesi dönemde bulunmaktadır. Çocuğun temel bilişsel becerileri kazandığı bu dönemde, mantık yürüterek değil sezgisel olarak düşünür. Bu evredeki çocuklar karmaşık simgeler dünyası ve simgelerin temsil ettiği kavramlarla düşünmekten uzaktırlar (Elkind, 1999). Bu nedenle, çevrimiçi dünyada karşılaştıkları simgesel temsillerle, gerçek dünyada karşılaştıkları durumları birbirinden ayırt edemeyebilirler. Bu yaş dönemindeki çocukların dijital teknolojilerle etkileşiminin ebeveynleri eşliğinde olması daha uygun olacaktır. Örneğin bir çizgi film izlemek veya bir oyun oynamak istiyorsa; bu ebeveyni eşliğinde belirli bir süreyi geçmeyecek şekilde düzenlenmelidir. Ebeveynlerin bu yaş grubu çocuklarıyla ilgili sıkça düştükleri bir hata olan, çocuğa cep telefonu veya tabletten bir çizgi film videosu veya bir çocuk programı açıp onu adeta bir “dijital bakıcı” ile baş başa bırakmanın, henüz değil yeni medya okuryazarlığı, soyut düşünme becerisini bile kazanamamış bir çocuğun gelişiminde olumlu bir etkisi olmayacağı öngörülebilir bir durumdur. Bu gelişim dönemindeki çocukların dikkat süreleri yaşla birlikte artmakla birlikte ortalama 15 dakikayı geçmemektedir. Okul çağına yaklaştığında 20-25 dakikaya kadar uzayabilen bu süre, okul çağının başlamasıyla yarım saate kadar çıkabilmektedir. Ebeveynler, çocuklarının bilgisayar veya mobil teknolojilerle uzun süre ilgilenebiliyor olmalarını, dikkatini uzun süre odaklayabildikleri yönünde yorumlayarak bir yanılgıya kapılmaktadırlar. Oysa bu durum, bahsi geçen platformlarda ses, ışık ve benzeri uyaranların sürekli olarak değişiyor olmasından kaynaklanmaktadır ve çocuğun tek bir uyarana uzun süre odaklanması söz konusu değildir. Okul öncesi dönemde çocuğun dijital teknoloji kullanımının, daha önce de belirtildiği gibi ebeveyniyle birlikte bulunması koşuluyla, 2-4 yaş arasında ortalama 20 dakikayı, okul çağı çocuklarında ise ortalama 1 saati geçmemesi uygun olacaktır. Okul öncesi çocuklar, dijital teknolojilerle kontrolsüz olarak yalnız bırakılmamalı, çocuk oyun da oynasa, çizgi film veya çocuk programı da izlese kontrol ebeveynde olmalıdır.

Okul çağı çocuğu olarak adlandırabileceğimiz 6-12 yaş arasındaki çocuklar ise, internette karşılaşabilecekleri tehlikeler konusunda yaş gruplarına uygun bir biçimde bilgilendirilmelidirler. Piaget’nin somut işlemler dönemi olarak adlandırdığı dönemdeki bu çocuklar, basit neden sonuç bağlantıları kurabilirler. Soyut kavramlar, somut kavramlar üzerinden izah edilirse anlayabilirler. Diğer yandan bu yaşlardaki çocuklar dijital teknolojileri tek başlarına kullanabilmekle birlikte yine ebeveyn gözleminde bulunmalıdırlar. Örneğin çocuk bilgisayar kullanacaksa, bilgisayar çocuğun odasında değil ortak kullanım alanında bulunmalı ve ekranı ebeveynlerin görebileceği bir şekilde konumlandırılmalıdır. Dijital teknolojilerle geçirecekleri sürenin yine ortalama 1 saati geçmemesi uygun olacaktır. Benmerkezcilikten uzaklaşan okul çağı çocuğu için, toplumsal oyun da yavaş yavaş bireysel oyunun yerini almaya başlamaktadır (Elkind, 1999). Çocuk belirli kurallara göre oyun oynayabilmeyi, akranlarıyla ortak bir etkinlik etrafında bir araya gelip bunu sürdürebilmeyi öğrenmektedir. Bu açıdan ebeveynlerin, çocuğun dijital medya kullanımının belirli kurallar ve belirli saatlerle sınırlarını belirleyerek yaşıtlarıyla birlikte kurallı oyun oynama gibi toplumsal becerileri kazanmasına yönelik etkinliklere de vakit ayırmasını sağlaması uygun olacaktır. Fakat bu düzenlemelerin yasaklama biçiminde olmaması oldukça önemlidir. Yasak çocukta olumlu davranış kazanımını sağlamaz. Hatta yasak faktörü ortadan kalktığında istenmeyen davranışın daha şiddetlenerek geri dönmesi de olasılık dâhilindedir. Çocuğa asıl kazandırılması gereken dijital medya teknolojilerini doğru kullanım bilincidir. Bu bağlamda, çocuğa bu teknolojileri kullanmayı yasaklamak da uygun bir tutum olmayacaktır. Çocuğa bu teknolojileri doğru ve kontrollü kullanım sorumluluğu öğretilmezse, ilerleyen yaşlarda çocuk bu teknolojilerle karşılaşmasında hazırlıksız olacak ve onları yetkin bir biçimde kullanamayacaktır. Feindel (2019) medya yetkinliğinin kabaca; kendi sorumluluğunda, eleştirel ve sorumluluk bilincine sahip katılım ve teknik bilgi olmak üzere iki bileşenden oluştuğunu belirtmiştir. Bu bağlamda çocuğun medya yetkinliği kazanabilmesi için hem eleştirel ve sorumluluk bilinciyle kullanma becerilerini geliştirebilmesi hem de teknik açıdan, kullandığı teknolojileri tanıyor olması oldukça önemlidir. Ebeveynlerin çocuklara kontrollü kullanım alışkanlığı kazandırabilmesi için, çocuğun yaşına ve gelişim dönemine göre belirlenecek uygun kullanım süresi ve kullanım biçimi sınırlamalarının tutarlı olarak devam ettirilmesi gerekir. Bu sınırların uygulanmasında tutarlılık gözetilmezse, çocuk kuralları esnetebileceğini fark eder ve kullanım pratiği ile ilgili olarak belirlenen çerçeveyi kabul etmeyebilir. Kimi zaman ısrar ederek, kimi zaman ağlayarak ve benzeri biçimlerde, kullanım süresini ve biçimlerini esnetmeye çalışabilir. Bunun için örneğin ebeveynler çocukla birlikte, çocuğa ekran kendileri tarafından görülebilecek biçimde, salonda yarım saat çizgi film izleme biçiminde bir kullanım sınırlaması getirmişlerse bunu her zaman ve her durumda uygulamaları gerekir. Eğer zaman zaman bilgisayarı odasına götürmesine izin verirlerse veya kullanım süresini esnetirlerse, yerleştirilmek istenen kullanım pratiği çocuk tarafından benimsenmeyecektir. Bununla birlikte ebeveynler ve eğer mevcutsa çocuğun bakımından sorumlu diğer kişiler arasında da bu kurallar konusunda söz birliği olması oldukça önemli bir noktadır. Bunun yanında, bu sınırlamalar yapılırken; çocuğun dijital teknolojilerin yerine vakit geçirebileceği etkinliklerin de belirlenmesi faydalı olacaktır. “Çocuk bilgisayardan çizgi film videosu izlemeyecek fakat bunun yerine ne yapacak?” Bu konuda ebeveynlerin doğru yönlendirici tutumları, çocukların dijital teknolojileri sorumlu kullanabilme becerisi kazanmasını büyük ölçüde kolaylaştıracaktır.

Son olarak vurgulanması gereken çok önemli bir nokta ise, çocuğa dijital teknolojilerin sorumlu kullanımı öğretilmeye çalışılırken, ebeveynlerin kendilerinin de kullanım pratikleri konusunda sorumlu ve kontrollü olmalarının gerekliliğidir. Çocukların da ev içerisinde sürekli olarak, ebeveynlerin kullanım pratiklerini gözlemliyor ve örnek ediniyor olacağı mutlaka akılda bulundurulmalıdır.

Kaynaklar:

Elkind, D. (1999). Çocuk ve toplum: gelişim ve eğitim üzerine denemeler. Ankara: Ankara Üniversitesi Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları.

Feindel, H. (2019). İnternet bağımlılığı: bağımlılar ve aileleri için el kitabı. İstanbul: İletişim Yayınları.

Twenge, J. M. (2018). İ-Nesli: Bugünün “süper bağlantılı” gençleri neden bu kadar duyarsız, hoşgörülü ama daha mutsuz ve erişkin olmaya hiç hazır değil. İstanbul: Kaknüs Yayınları.

*İ-Nesli; Jean M. Twenge tarafından, dijital çağda doğup büyüyen 1995 sonrası doğumlu jenerasyon için kullanılan bir tanımlamadır.


Sosyal Medya Bir Jenerasyonu Dönüştürmedi: Yeni Bulgular Teknolojiye Dair Büyük Bir Yanlış Yönlendirmenin Olduğunu Gösteriyor*

Kasım 14, 2019

Yazan: Lydia Denworth[1]

Özetleyerek Çeviren: Hasan Hüseyin Kayış, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Ar.Gör.

Sosyal medyanın etkileri hakkındaki endişe çoğu zaman çocukların eline verilen bir gram kokain ile eşdeğer görülmüştür. Ancak realite daha az kaygı vericidir.  Sosyal medya kullanımına yakından bakıldığında çoğu genç içerik üreticisinin ve Instagram kullanıcısının durumdan memnun olduğu görülüyor. Yoğun kullanım sorunlara yol açabilir, ancak pek çok erken çalışma ve haber içeriği tehlikeleri ve ihmal edilen bağlamı abartmıştır. Araştırmacılar şu anda bu farklı bakış açılarını inceliyorlar, ince farkları arıyorlar ve sosyal medya ile ilgili teknolojilerin zihin sağlığı üzerinde anlamlı bir etkisinin olup olmadığını ölçmek için daha iyi yöntemler geliştiriyorlar.

Bu konuda kötümser olanlardan biri olan Amy Orben, 2017 yılında Oxford Ünivesitesi Psikoloji Bölümü’nde sosyal medyanın iletişime etkileri üzerine bir çalışma yapmaya başlamıştır. Çocuklara akıllı telefon vermenin onlara bir gram kokain vermek ile eşdeğer tutan yaklaşımlara bu ilgisinin sonucunda ulaşmıştır. Ayrıca farklı yaklaşımların akıllı telefonların bir jenerasyonu yok ettiğini ileri sürdüğünü de görmüştür. Ancak Orben böyle sıra dışı durumların gerçeği yansıtmadığını düşünmüş, depresyon ve intihar üzerinde akıllı telefonların etkili olduğunu söyleyen bir araştırmanın verilerini yeniden analiz etmeye girişmiştir. Yeniden analiz neticesinde çalışma çıktılarında temel değişiklikler elde edilmiş ve etkilerin oldukça küçük olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu konuda çalışma arkadaşı Andrew K. Przybylski ile birlikte sosyal medya çalışmalarında kullanılan büyük veri setlerini analiz etmeye başlamışlar.

Stanford Üniversitesi Sosyal Medya Laboratuvarı’nın başındaki Jeff Hancock ise bu konuda endişeli olan bir diğer araştırmacıdır. Kendi araştırmasının hangi araştırmacılar tarafından alıntılandığını bilmek isteyen Hancock, “facebook insanları daha kaygılı yaptı” ile ilgili çalışmaları “sosyal medya sosyal sermayeyi nasıl geliştirir” gibi çalışmaların alıntıladığını gördüğünde şaşkınlığa uğramış ve bu durumu anlamak adına 226 çalışma ve 275 binden fazla insanın verisini kapsayan büyük bir meta analizi işine girişmiştir.

Orben, Przybylski ve Hancock’un girişmleri şu an için dijital teknolojinin zihinsel sağlığımıza tam olarak ne yaptığı sorusuna bir bağlam getirmiş vaziyettedir. Ayrıca bu çalışmaların kanıtları birçok şeyi açıklığa kavuşturmuştur. Fakat sonuçların yine de kendinden karmaşık olduğu bilinmelidir. Çünkü incelenen ortam kendiliğinden karmaşık vaziyettedir. Bu noktada Hancock, “sosyal medyayı kullanmanın aslında bir takas” olduğunu belirtirken, onun küçük harcamalar ile kullanılmasının önemli avantajlar yarattığını belirtmektedir. Przybylski ve Orben da sosyal medya kullanımını gençlere getirdiği kolaylıklar bakımından ele almış ve sonuç olarak gençlerin hayatındaki değişiklikleri bakımından çok da kötümser olunmaması gerektiğinin altını çizmişlerdir. Hatta Przybylski sosyal medyaya yönelik kötümser yaklaşımlara kuşku ile yaklaşmaktadır.

Bununla birlikte söz konusu yeni araştırmalar sosyal medya çalışmalarında bugüne kadar ciddi kısıtlamalar ve eksiklikler olduğunu ortaya koymaktadır. Bahsedilen çalışmaların yüzde sekseni kesitsel ve ilişkisel iken, çoğu kendinden bildirime dayanan güvenilmez bir ölçüm şekline dayanmıştır. Neredeyse tümü içerik veya bağlamdan ziyade sadece kullanım sıklığına ve kullanım süresine odaklanmıştır. Hancock burada “yanlış soruların sorulduğunu” ve sonuçların bazen bilim adamları, çoğu zaman da medya tarafından abartıldığını ifade etmiştir. Orben de sosyal medya araştırmalarından “bilimsel metodolojimizdeki tüm sorunların nerede olduğunu gösteren mükemmel bir fırtına” olarak bahsetmektedir. Bu da bilim insanlarını bir şeyin tam olarak nasıl ölçüldüğünü ve ne tür bir etki büyüklüğünün önemli olduğunu düşünmeye zorlamaktadır.

Sosyal medyanın hiçbir zaman problem olmadığı söylenemez. Yoğun kullanım bireyin üzerindeki potansiyel zararlı etkileri ile ilişkilidir. Ancak sosyal medyadan gelen etkiler kullanıcıya bağlı gibi görünmektedir. Burada yaş ve ruh sağlığı durumu fark yaratan iki önemli faktör olarak ele alınırsa Hancock’un tabiri ile bu durum “iki yönlü bir sokak” olarak ele alınabilir.

Bu noktada alana dair yeni bulguların istatistiksel analiz için daha yüksek standartlar getirmesi, akıl almaz iddialardan kaçınması ve insanları bağlamsal olarak takip eden daha deneysel ve boylamsal çalışmaları içermesi yeni bir sosyal medya bilimi için önemlidir. Hunter College’dan klinik nöropsikoloğu Tracy Dennis-Tiwary “patates yemenin bir nesli tahrip ettiğini söyleyen bir alan olmak istemiyoruz” derken elde yeterli kanıtın olmasının sosyal medya araştırmaları için ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmektedir.

Teknoloji Korkusu

Thomas Hobbes ve Thomas Jefferson, toplumsal ilişkilerin endüstriyel toplumda kırsal alanlardan kent yaşamına geçerken zarar göreceği konusunda uyarmıştır. Her ikisi de teknolojik yeniliğin etkilerini inceleyen Michigan Eyalet Üniversitesi’nden sosyolog Keith Hampton ve Toronto merkezli NetLab Network’ten Barry Wellman “akıllı telefonlardan nefret etmeden önce, şehirlerden nefret ettik” diyor. Radyonun, video oyunlarının ve hatta çizgi romanların hepsi şaşkınlığa neden olmuştur. Hatta televizyonun Amerikan toplumunu aşağıladığı öne sürülmüştür. Tüm bunlar teknolojiye yönelik bir önyargının olduğuna işaret etmektedir.

Önyargılara rağmen cep telefonlarından, internetten ve sosyal paylaşım sitelerinden kaynaklanan değişim sarsıcıdır. Cep telefonları ilk kez 1990’lı yıllarda benimsenmeye başlanırken, 2018 yılına gelindiğinde Amerikalı yetişkinlerin yüzde 95’i bu aletlerden kullanmaktadır. İnternete anında erişim sağlayan akıllı telefonlar, iPhone’un 2007’de tanıtımıyla birlikte yaygın hale geldi ve günümüzde ABD’deki yetişkinlerin dörtte üçünden fazlası bu cihazlara sahiptir. Ayrıca söz konusu yetişkinlerin yüzde seksen dokuzu interneti kullanmaktadır. Gençler, 50 yaşından küçük yetişkinler ve yüksek gelirli hane halkları arasında dijital olan her şeye bir doygunluk söz konusudur. Bu aletleri kullanmayanlar ise 65 yaşından büyük, fakir, kırsal kesimde yaşayanlar veya sınırlı hizmet alan diğer yerlerin sakinleridir. 2005 yılında Pew Araştırma Merkezi’nin sosyal medya kullanımını izlemeye başladığı ve 2019 yılında Amerikalılar’ın bağlantı kurmak, haberlere ayak uydurmak, bilgi paylaşmak ve eğlenmek için kullandıkları süreç arasındaki oran yüzde 5’ten 72’ye çıkmıştır. Bu da demektir ki söz konusu oran 20 yetişkinde 1’den,  10 yetişkinde 7’ye çıkmıştır.

Sosyal medya biliminin istatistiksel analiz için daha yüksek standartlar koyması, akıl almaz iddialardan kaçınması ve insanları daha uzun süre çalışması gerekir

Sosyal medya henüz çok yeni olduğundan, etkilerini araştıran bilim de yenidir. Hancock’un bulabildiği sosyal medya kullanımı ve psikolojik refahı ele alan çalışmalar 2006 yılına kadar gitmektedir. Bu konuya erken yaklaşımların sınırlı kalması şaşırtıcı değildir. Arkansas Üniversitesi’ne taşınana dek Pittsburgh Üniversitesi’nde Medya, Teknoloji ve Sağlık Araştırma Merkezine başkanlık eden Doktor Brian Primack “neler olup bittiğine uyum sağlamak iyi araştırma yapan herkes için önemlidir” demektedir. Primack kendi erken dönem çalışmalarına işaret ederek tıpkı genel sosyal medya kullanımına bakılan çalışmalar gibi artık nelerin eksik bırakılamayacağına işaret ediyor. Ve sosyal medyaya geleneksel yaklaşımın kırılması gerektiğinin altını çiziyor.

San Diego Eyalet Üniversitesi’nden psikolog Jean M. Twenge’e göre de bu alandaki pek çok araştırmacının konumu tartışmalıydı. Araştırma makalelerine ek olarak, Twenge’nin 2017 tarihli iGen adlı kitabına dayanan The Atlantic’teki popüler makalesinde şu soru yer alıyordu: “Akıllı Telefon Bir Nesli Yok Etti mi? Bunun sonucunda 1995-2012 yılları arasında doğan gruptakilerin zihinsel sağlık sorunlarında keskin bir yükselişin izinin çoğunun cep telefonlarına kadar sürülebileceğini yazmıştır. Ayrıca gençler arasında artan depresyon ve kaygının akıllı telefonlar ile aynı döneme denk gelmesi çalışmasını desteklemiştir. Twenge, bağlantının ilişkisel olduğunu kabul etmekle birlikte, sonuçlarının kanıtlara dayanarak “mantıksal bir olaylar dizisini” temsil ettiğini savunmaktadır. Ancak “çocukların ve gençlerin sağlığı hakkında konuşurken dikkatli olmalıyız” diyerek konu hakkındaki hassasiyetini de belirtmektedir.

Twenge’nin bu yaklaşımı öznelerin hassasiyetinin bilimin önüne geçtiği eleştirisiyle karşılaşmıştır. Dennis-Tiwary de eleştirenlerden birisidir. Tiwary “neden nedensel kanıt beklemeliyim?” diyerek konunun karmaşıklığına dikkat çekmiş ve Kanada’daki bir çalışmayı örnek göstererek sosyal medyanın depresif belirtilere neden olmadığını ancak genç kızlarda az da olsa görülen bir durum olabileceğinin altını çizerken, büyük gruplarla çalışmanın farklı pratikler gerektirdiğini öne sürmüştür. Bu boylamsal çalışmanın önemine işaret etmektedir.  Stanfordlu ekonomist Matthew Gentzkow da bulguları abartmamanın önemli olduğunu düşünürken, sosyal medyayı inceleyen Twenge’nin çalışması için “oldukça çarpıcı gerçekleri” barındırdığını belirtmektedir. Ayrıca “akıllı telefonların zihinsel sağlık sorunlarına yol açıp açmadığını bize söylemiyorlar, ancak bu olasılığa gerçekten ışık tutuyorlar. Şu an ihtiyacımız olan şey, gerçekten olup bitenleri soyutlamak için daha fazla, daha dikkatli ve harıl harıl çalışmalar yapmaktır” diyerek tartışmaya katılmaktadır.

İki Yönlü Bir Sokak?

Yapılan çalışmalar arasında en güncel olan Twenge’nin çalışmasıdır. Bununla birlikte Hancock’un meta analizi de sosyal medya ve psikolojik refah üzerine yapılan pek çok çalışmanın aynı sonuçları ölçmediğini vurgulamıştır. Bu çalışmada etkiler genellikle altı kategori halinde ölçülmüş, refahın olum göstergelerinin olduğu üç ve refahın olumsuz göstergelerinin olduğu üç kategori belirmiştir. Ayrıca Hancock ve ekibi aşırı sosyal medya kullanımının yüksek depresyon ve endişe ile daha fazla ilişkili olduğunu bulmuşlardır. Hancock ve meslektaşları ayrıca pasif kullanım yerine aktif kullanımın refah ile pozitif ilişkili olduğuna ulaşmışlardır.

Araştırmacıların nasıl soru sorduğu da önemlidir. Soruları “bağımlılık” yerine daha nötr bir şekilde çerçevelemek olumsuz bir bulguyu daha olası kılar. Hancock, “daha yüksek refahınız olduğunda, sosyal medyayı daha az kullanıyorsunuz; bu, refahın bir dereceye kadar sosyal medyadan ne kadar faydalandığını gösteriyor” demektedir. Gençlerin teknoloji kullanımı ile ilgili bir bildiri üçlemesinde Orben ve Przybylski, büyük ölçekli veri setlerinin önceki analizlerinde tanımladıkları üç ana gizli tuzağı ele aldılar. Nature Human Behavior’da Ocak ayında yayınlanan ilk makale, hem bağlam hem de şeffaflığı artırmak için bir yöntem sağladı. Çalışma ABD ve Avrupa’dan 350.000’den fazla gençten oluşan üç veri setini içermektedir. Bu tür veri kümeleri değerlidir ancak pratik açıdan önemli olmayabilecek istatistiksel olarak anlamlı sonuçları bulmayı kolaylaştırır. Przybylski ve Orben, standart istatistiksel işletim prosedürünü izleselerdi, negatif ekran etkileri gösteren yaklaşık 10.000 bildiri, bunların hiçbir etkisi olmadığını belirten 5.000 ve gençler üzerinde pozitif teknoloji etkileri gösteren başka bir 4.000 makale üretebileceklerini hesap etmişlerdir.

Yeni analizleri için, olası ilişkiselliğin bir kerede tamamını inceleyen bir araç olan belirtme eğrisi analizi adı verilen bir teknik kullandılar. Bu yöntem ayrıntılar ile uğraşıp büyük resmi görmenin istatistiksel bir karşılığıdır. Bu şekilde analiz edildiğinde, dijital teknoloji kullanımının gençlerin refahındaki değişimine sadece yüzde 0,4 oranında etki ettiği belirlendi. Ayrıca, esrar ve zorbalıkla sigara içmenin refah için çok daha büyük olumsuz ilişkilere sahip olduğunu ortaya koymuş, hâlbuki yeterince uyumak ve düzenli kahvaltı yapmak gibi olumlu davranışlar teknoloji kullanımından ziyade refah ile çok daha güçlü bir şekilde bağlantılı olduğu sonucu ortaya çıkmıştır. Przybylski, “bu ‘nitelikli seçim’ düşünce yapısını daha bütünsel bir resme taşımaya çalışıyoruz, bunun önemli bir kısmı, ekranların gençler üzerindeki son derece küçük etkilerini gerçek dünya bağlamında ortaya koyabiliyor” demektedir.

Nisan ayında Psychological Science’da yayınlanan ikinci makaleleri, ekran zamanını ölçmek için daha güçlü yöntemler içeriyordu. ABD, İngiltere ve İrlanda’dan, kendileri tarafından bildirilen medya kullanımına ve refah ölçütlerine ek olarak zaman kullanım günlükleri içeren üç veri seti kullandılar. Beş yıllık bir süre zarfında, çalışmalarda 17.000’den fazla gence her yıl günde bir günlük verilmiştir. Dijital teknolojilerin kullanımı da dâhil olmak üzere tam olarak ne yaptıkları hakkında gün boyu 10-15 dakikalık boşluk doldurma işlemi gerçekleştirdiler. Orben ve Przybylski, istatistiki tekniklerini verilere uyguladıklarında, dijital etkileşim ve refah arasında önemli negatif ilişkiler olduğuna dair çok az kanıt buldular. Günlükler ayrıca, gençlerin yatmadan önce de dâhil olmak üzere gün boyunca dijital medya kullanımlarına bakmalarına izin vermiştir. Bir sonuç olarak uyku saatlerine bakmasalar da, bu durum bile refahta bir fark yaratmamış, sadece daha genel psikolojik ölçütleri ortaya çıkarmıştır.

Ve son olarak, Mayıs ayında, Almanya’daki Hohenheim Üniversitesi’nden psikolog Tobias Dienlin ile Orben ve Przybylski, ABD Ulusal Bilimler Akademisi’nde, sosyal medyanın gençlerin yaşam doyumları üzerindeki etkisini analiz etmek için boylamsal veriler içeren bir bildiri yayınladılar. Bu yaklaşım gençlerin herhangi bir dönemde sosyal medyada bulunmalarının bir sonraki dönemde iyi veya kötü bir ruh halinde olup olmadıklarına öğrenmek için soru sorulmasına izin vermiştir. Burada da sonuç küçük ve incelikliydi. Orben, “bir yılda sosyal medya kullanımındaki değişim, bir yıl boyunca yaşam doyumundaki değişimin sadece yüzde 0.25’ini öngörüyor” demektedir. Ancak araştırmacılar, kızlarda erkeklerden biraz daha güçlü etkiler görmüştür. Bu yüzden Orben daha fazla araştırmayı yapmayı planlamaktadır. Bireysel risk sorunu da önemli olacaktır. Przybylski, “gençlerin çoğaltılabilir profillerinin, daha fazla ya da daha az savunmasız, farklı teknoloji türlerine dirençli olup olmadığını görmek istiyoruz” diye eklemektedir.

Ya “Z” Jenerasyonu?

Gençlerin medya kullanımı günümüzde akıllı telefonların yaygınlığı ve gençliğin böylesine şekillendirilmeye müsait bir gelişim dönemi içerisinde olması nedeniyle özel bir endişe kaynağı olmuştur. California Üniversitesi’nden psikolog Candice Odgers endişelenecek olanı seçerken ebeveynlerin bilim adamlarının liderliğini takip ettiğini söylemektedir. Esas olarak, çocuklarının orada ne yaptıkları sorusuna eşit bir dikkat göstermeden çevrimiçi olarak ne kadar zaman harcadıkları konusunda endişelendiğini belirtmektedir. Odgers çalışmasında kullanım miktarının sorun olmadığını gösteriyor. Bu yaz Clinical Psychological Science’da yayınlanan bir çalışma kapsamında Odgers, Greensboro’daki Kuzey Carolina Üniversitesi’nden Michaeline Jensen ve meslektaşları ile birlikte iki hafta boyunca yaklaşık 400 genci izledi ve gençlerin cep telefonlarına günde üç kez sorular gönderdi. Çalışma tasarımı, zihinsel sağlık semptomlarını ve teknoloji daldırma yöntemini günlük olarak ve çalışma haftaları boyunca karşılaştırmalarını sağladı.

Medya kullanımı bireysel gençlerin refahı ile ilişkili miydi? Cevap pek öyle değildi. Başlangıçtaki rutinler daha sonra akıl sağlığı semptomlarını öngörmedi ve gençler, teknolojiye az ya da çok zaman harcadıklarını bildirdikleri günlerde akıl sağlığı daha da kötü değildi.

Odgers, “gerçek tehlikenin en nihayetinde akıllı telefonlar olmaması ironik bir şey ve bunun halka ve ebeveynlere yönelik yanlış bilgilendirme olduğunu” söylüyor. Ayrıca “dijital alanların etrafındaki gerçek tehdit ve sorunların bazılarını kaçırmamıza neden olacak kadar fazla ağa bağlı süreç tüketiliyor” der. Odgers açısından sosyoekonomik durumu iyi olmayan ailelerin çocukları için teknolojiye eşit olmayan erişim ve mahremiyet konusunda çok daha fazla endişe duyuyor. Ayrıca, bazı gençlerin çevrimiçi olarak çok fazla ihtiyaç duydukları sosyal desteğe sahip olduklarından ve yetişkinlerin bu konuda neyin işe yaradığına daha fazla dikkat etmesi gerektiğine şüpheci yaklaşıyor.

Sosyal Medya 2.0

Bu çalışmalar sadece başlangıçtır ve sosyal medya kullanımı konusundaki büyük resmin netleşmesine yardımcı oldular ancak çok daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. Yapılan çalışma türlerindeki çeşitlilik ince farkın ortadan kaldırılmasına yardımcı olacaktır. Son zamanlarda yapılan bir deneysel çalışmada, Stanford’dan Gentzkow, elektronik olarak onaylı 1.600’den fazla kişiden Facebook hesaplarını kapatmasını istedi. O ve meslektaşları, diğer dijital teknolojilerin ikame edilmesinin aşağı yönlü olduğunu gördüklerinde şaşırdılar. Gentzkow, “insanlar tüm bu şeylere daha az zaman harcadıklarını algılıyor” diyor. Ancak etki büyüklüğünün küçük ve birçok bireysel çeşitliliği maskelediğini belirtmektedir. Bazı insanlar ara vermeyi severken, diğerleri ise çevrimiçi sosyal dünyalarını gerçekten çok özlemiştir. Gentzkow, “facebook insanlara pek çok değer taşıyor, ancak yine de, onlar için gerçekten uygun olandan daha fazla kullanıyor olabilirler” diyor. “Kullanımlarını biraz geriye çeken, onları daha mutlu ve daha iyi duruma getirebilecek birçok insan var.”

Bir takım araştırmacılar ekran süresini daha iyi ölçmeye çalışıyor. Stanford iletişim araştırmacısı Byron Reeves ve meslektaşları, her beş saniyede bir insanların telefonlarının resmini çeken “Screenomics” adlı bir teknik geliştirdiler (izinle). Burada tabiki teknoloji şirketlerinin de payı var. Şirketler, bireylerin farklı etkinliklere ne kadar zaman harcadıklarını bilme konusunda bilim insanlarından daha iyi durumdalar, ancak bilginin özel olduğunu düşünenlerin gizlilik endişeleri var. Przybylski bu politikanın değişmesi için bastırırken, “şirketler bu işlemi kolaylıkla yapmamalı” demektedir.

İlave olarak yeni araştırmalar bireysel çeşitliliği öngörmek için daha iyi bir iş çıkarmaya çalışıyor. Hancock’un laboratuarında, Stanford lisans öğrencisi Angela Lee yaratıcı bir yaklaşım geliştirmiştir. Düşünce yapısı fikrini, insanların gerçeklerini şekillendiren inançlarını, sosyal medyaya uygulamıştır. Lee, görüşmeler sonucunda sosyal medya hakkındaki görüşlerin ikiye ayrıldığını buldu: birileri sosyal medyanın onlar için iyi ya da kötü olduğunu düşünüyor (değerlik) ve birileri de kullanımın kontrol altında olduğunu düşünüyorlar (aktör olarak). Üç çalışma boyunca, Lee ve Hancock 700’e yakın kişiyi test etti ve sosyal medya düşünce yapısının kullanıcıların refahını öngördüğünü keşfetti. Aktörlük duygusu en güçlü etkiye sahipti. Şu anda Hancock’un laboratuarında yüksek lisans öğrencisi olan ve çalışmasını mayıs ayında The Association for Psychological Science toplantısında sunan Lee: “sosyal medyanız üzerinde kontrol sahibi olduğunuza inandıkça, sosyal destek aldıkça, depresyonunuz ne kadar azsa, stres ne kadar azsa, sosyal kaygınız o kadar az olur. Bu noktadan sonra ne kadar sosyal medya kullandığını söylemenin bir anlamı yoktur.”

Düşünce yapısının gücü bakış açısının gücünün bir hatırlatıcısı olarak hizmet eder. 1980’lerde o dönemde çalışmış olan Gentzkow, “insanlar televizyona şuursuz biçimde bakan çocukları konusunda sıkıntılıydı” diyor. Gentzkow çocuklara mesaj, fotoğraf ve video paylaşarak birbirleriyle etkileşimde bulunmalarını sağlayan yeni teknolojiler hakkındaki endişeleri sormayı hayal ediyor. “O zaman muhtemelen herhangi biri buna Vay, bu harika olurdu diyecekti.”

*Bu yazı, “Social Media Has Not Destroyed A Generation:  New findings suggest angst over the technology is misplaced” adlı orijinal çalışmadan özetlenmiştir. https://www.scientificamerican.com/article/social-media-has-not-destroyed-a-generation/

[1] Lydia Denworth, Scientific American için katkıda bulunan editör ve Friendship: The Evolution, Biology and Extraordinary Power of Life’S Fundamental Bond’ın yazarı.

Kaynakça

Twenge, J. M. (2017). Have smartphones destroyed a generation. The Atlantic3.

Orben, A., ve Przybylski, A. K. (2019). The association between adolescent well-being and digital technology use. Nature Human Behaviour3(2), 173.

Orben, A., ve Przybylski, A. K. (2019). Screens, teens, and psychological well-being: evidence from three time-use-diary studies. Psychological science

 


Kültür, Kültür Politikası, Yaratıcı Endüstriler ve Kore Dalgası “Hallyu”….

Kasım 6, 2019

kore dalgası banner

Bu kitap Güney Kore’den tüm dünyaya yayılan Kore Dalgası (“Hallyu”) olarak bilinen kültürel içeriklerin kültürel diplomasi aracı ve kanalı olarak devlet politikasıyla üretim ve yayılım sürecinin nasıl desteklendiğini örnekler üzerinden tartışmaktadır. Çalışmada, “Hallyu” örneği merkeze alınarak yaratıcı içerik endüstrisinin Güney Kore’de devlet politikası ve büyük şirketlerin desteğiyle gelişme süreci, ulusaşırı popüler kültür pazarına damga vurması hem ekonomi politik bakış açısıyla, hem de kültürel üretim ve mücadele alanı olarak kültürel çalışmaların bakış açısıyla tartışmaya açılmaktadır.  Bu kitapta Kore sinema endüstrisinin, K-dramaların ve K-pop’un  gelişkin hükümet politikalarıyla ilişkisi Kore Dalgası’nın dönemsel farklılıklarını ve gelişme evrelerini ortaya koymak için örnek olarak ele alınmaktadır.

Çalışmanın Türkiye’de kültür politikaları, kültürel diplomasi, yaratıcı endüstriler alanında çalışanlara temel bir kaynak olması amaçlanırken; farklı bir coğrafyada bir ülkenin demokratikleşme sürecine koşut olarak kültürel alana ilişkin yönetsel erkin düzenleyici politikalarının denetimden ve sansürden ilk olarak ifade özgürlüğüne ve en nihayetinde de kültürel içerikleri metalaştırmaya doğru nasıl değiştiği yönünde bir izlek sunması açısından da örnek teşkil edeceğini düşünülmektedir. Bu bağlamda, kitabın Türkiye özelinde demokratik, kapsayıcı, çok yönlü ve sürdürülebilir kültür politikaları üretimi için yeni soruların sorulmasına ve araştırmaların yürütülmesine vesile olacağı umulmaktadır.

Künye: Binark, M. (2019). Kültürel Diplomasi ve Kore Dalgası “Hallyu”: Güney Kore’de Sinema Endüstrisi, K-Dramalar ve K-pop. Ankara: Siyasal Yayınevi. ISBN No: 978‐605‐7877‐32‐1