Çarpı değer, çarpı sömürü
Görüşme-Yazı: Koray Löker
İnternet hayatımızda giderek daha fazla yer kaplıyor. Ve bu ağda bıraktığımız her iz, başkası için bir değer haline dönüşüyor, birilerinin hanesine kâr yazılıyor. İnternetle ilişki yeni tip bir emekçi konumu yaratırken, örgütlenmenin biçimi de sanal sahada değişime uğruyor. “Hem Oyun Alanı Hem Fabrika Olarak İnternet” adlı konferansta Kullanıcı Emeği üzerine bir sunum yapan sanatçı ve akademisyen Burak Arıkan yeni tartışmalara ışık tutuyor…[1]
“Hem Oyun Alanı Hem Fabrika Olarak İnternet” konferansının alt başlıklarından biri olan gayrımaddî emek, en kapsayıcı kavram herhalde…
Burak Arıkan: Evet, ama konferanstaki eğilim, konunun web’le sınırlı olmadığı yönünde. İnternet hayatın içinde daha çok gömülüyor. Pazar sabahı yataktan bilgisayara giriyoruz, 3G cebimizde, her iki kişiden biri Facebook’ta, haritalarda işaretleniyoruz, sokaklarda takipteyiz, her an fotoğraf ve video çekip yükleyebiliyoruz, işte, evde, ofiste, sokakta, gece gündüz ağlı ve bağlı bir hayat yaşıyoruz. Kredi kartını kullandığımız bankalar nereden ne zaman ne aldığımızın kaydını tutuyor, “tüketici davranışı budur” diye paketleyip pazarlama şirketlerine satabiliyor… Gayrımaddî emek, Marx’tan beri tartışılan bir kavram. Tartışmaya bugün eklenen, sosyal ilişkilerin sayısal olarak kaydedilebilir olması ve bu durumun doğurduğu sonuçlar. Daha önce, yolda yürürken, alışveriş yaparken, arkadaşlarımızla konuşurken de bir etkileşim oluyordu. Şimdi bunlar aynı zamanda kaydedilebiliyor, tekrar tekrar kullanılabilir bilgiler haline geliyor.
Bu kayıtlar küresel ekonomide sermaye birikimine dönüştürülme potansiyeli fark edildiğinden beri önem kazandı. Sadece tekrar kullanım değil, kullanımın katma ya da artı-değeri ön plana çıkıyor demek mümkün mü?
Evet, mesela Facebook’ta seni arkadaş olarak eklemiş olmam bir değer yaratıyor. Fotoğraf yüklemem, etiketlemem, arkadaşıma göndermem, gruplara, etkinliklere katılmam, kısacası sosyal hayatımı dijital yöntemlerle toparlamam sonucunda oluşan tercihlerimle dijital bir iz bırakıyorum, bu da bilgi, reklam gibi yöntemlerle paraya dönüştürülüyor. Bir şirket için tüketicinin davranışlarını tahmin etmek altın değerinde.
Facebook ve türevi siteler, nam-ı diğer web 2.0, aslında bu değeri somutlaştıran, organize eden bir altyapıdan ibaret değil mi? Yani Facebook bir araç sunuyor, bu aracı kullanarak bilgi kaydetmeye başlayan kullanıcılar o kayıtlarla artı-değeri yaratıyor…
Buna artı-değer değil, “çarpı-değer” diyorum. Facebook’a dört yıl içinde 1.5 milyar dolar paha biçildi. Tarihte hiçbir şirket bu kadar hızlı büyümemiştir. Bunun adı hiper-kapitalizm; artı-değerle değil, çarpı-değerle işliyor.
Bu etkileşim, gayrımaddî emeğe dair yeni dönem tartışmalarının da temeli gibi görünüyor. Lazzarato, Fordist üretimin tüketim ve sermayenin yeniden üretim döngüsü arasındaki ilişkiyi tanımladığını, post-Fordist anlayışın bunun içine iletişim kavramını da dahil ettiğini söylüyordu. Emekçinin kullanıcı olarak tanımlanmasının anlamı ne?
Kullanıcı emeği, bir şey kullanırken üretim yapmak anlamına geliyor. Üretimle tüketim arasında eskisi kadar net sınırlar yok artık. Kullanıcı Emeği İşaretleme Dili (ULML: “User Labor Markup Language”) bir servisi kullanırken olan biteni işaretleyen, verilen emeği toparlayan bir veri yapısı öneriyor. Örneğin “120 fotoğraf yüklemek”, “15 etiket yapıştırmak”, “17 arkadaş eklemek”, “24 kişi davet etmek”… Bugün hemen her servisin sosyal ağlı olmasını, iletişimin yarattığı ve değiştirdiği güç ilişkilerini de göz önüne aldığımızda, bu yapı üç bölümden oluşuyor: “Eylemler” – bir kullanıcı olarak kendi yaptıklarım, “tepkiler” – arkadaşlarımın benim yaptıklarıma tepkileri, “ağ” – sosyal ağımın potansiyeli… ULML ne yaptığının değil, ne kadar yaptığının hesabını tutuyor, emeği ölçmek için bir çerçeve, bir standart sağlıyor. Veri standartlaştırması, hiper-kapitalizmin en temel aracı. Biz de standartlaştırmayı, gayrımaddî emeği görünür kılmak için kullanmayı öneriyoruz. Bu tartışmada iki önemli nokta var: Birincisi, politikmiş gibi olma sorunu. Web’de arkadaşına göndererek, yıldız vererek, imleyerek, yorum yazarak, sanal kampanyaya imza atarak sanki politik bir eyleme katılmış gibi hissetme durumu, ufak tatminler. Sonucunda, gerçek mücadele ve örgütlenmeye enerji ve istek kalmaması… İkincisi, daha zor bir konu, emekle oyun arasındaki fark. Arkadaşlarımızla bir kafede otururken o ortamdaki sosyal alışverişlerin kafe sahibine ne kazandırdığını düşünmeyiz. Böyle bir şeyin sürekli farkında olmak keyfimizi kaçırır. Oyunla emek arasında bilinçli ayrım yapamıyoruz. İnsan doğasındaki bu kırılgan durum, maalesef sömürülmeye müsait.
Kafede otururken yaptıklarımızla web 2.0 gibi durumlarda bizatihi sermayeyi oluşturuyor olmamız arasında bir fark yok mu?
Ortaya çıkan değerin çarpılarak, geometrik olarak artması gibi bir fark var. Sosyal ilişkilerin ortaya çıkardığı enerjiyi ağırlayan (“host” eden) ve bu enerjiden fazlasıyla faydalananlar, kafe işletmecileri veya Facebook’un ortakları… Kullanıcı yarattığı değerden yeteri kadar pay alamıyor. İnsan doğası gereği, emekle oyun arasındaki geçişmenin farkına varmadığı için hakkını araması da mümkün olmuyor. Bu sorun belki pazar/kamu ayrımıyla çözülebilir, yani nasıl sosyal devlet vatandaşa belli güvenceler veriyor, belli hakları herkes için temel kabul ediyorsa, sanal dünyaya ilişkin benzer bir düzenleme kullanıcı emeğini sömürülmekten kurtarabilir. Fakat emek-oyun ayrışması, pek farkına varılmayan bir şey; kolay kolay temelden, halktan tepki gelişmesi mümkün değil. Bu projeyle uğraşıyor olmama rağmen, ben de en azgın sosyal web kullanıcılarındanım, çoğu zaman umursamıyorum emeğim sömürülmüş mü, sömürülmemiş mi…
Peki bir çeşit “kullanıcı örgütü” tartışması var mı? Mesela, kurucu yazarı olduğun Düğümküme bloğunda Last.fm’in ticarî kaygıları karşısında bir sendikal örgütlenme tartışması yürütüldü. Üretim ilişkileri ve kavramların temel anlamları bu kadar değişirken, sendikadan anlayacağımız şey de aynı olmayacak herhalde…
Kullanıcı sendikası tartışılıyor, ama bu bildiğimiz sendika olur mu, bilemiyorum. Hibrid bir örgütlenme üzerine konuşuyoruz. Sanal ortamların sağladığı hızı ve kontrol edilemezliği fiziksel ortamın kanlı canlı yoğunluğuyla götürmek istiyoruz. Diğer yandan, uğraşılan konuların karmaşasını düzenli olarak görünür kılmak gerekiyor. Örgütlenme ile karmaşayı ifade etme arasında bir geri besleme yapmak, içinde bulunduğumuz ahval ve şeraitin karmaşıklığını anlamak, problemleri işaretlemek durumundayız. Bu alanda bilgi görselleştirme tekniği ile karmaşayı anlamlandırmak ve sorunları elle tutulur hale getirmek mümkün olabiliyor. Medya teorisyeni Brian Holmes’un son kitabında yazdığı gibi, çok-disiplinli-araştırma (“extra-disciplinary investigation”) yapmalı, bir problemi farklı açılardan gösterebilmeli, dahası disiplinsiz-soruşturmaya (“non-disciplinary interrogation”) girişmeliyiz.
Bu da bizi talepleri, kaygıları kendi içinde ortaklaşan yeni bir emekçi sınıf tanımına götürüyor. Yani bir sanal emekçi topluluğu var, ama bu bildiğimiz emekçi sınıfla bağıntısız bir yapı. Ve fiziksel emek mücadelesiyle doğrudan ilişki kurmaya kendisini zorunlu hissetmeyecek galiba…
İnternet yaygınlaştıkça fiziksel emekçi / sanal emekçi ayrımı ortadan kalkıyor. Ancak tabii ki şu anda bildiğimiz bir sendika üyesi emekçi online hayata dair bir sorunsallaştırma yapıyor değil.
Ama o sanal dünyayı var eden araçların üretiminde tipik üretim ilişkileri devam ediyor. Yani bilgisayarlar Tayvan’da, Çin’de üretilirken, Avrupa ya da Hindistan’a geçince, ağa bağlanıp emek sunmaya başlayınca başka bir üretim ilişkisi varoluyor. Bu iki üretim ilişkisi aynı ekonomiyi besliyor, ama örgütlenme biçimleri birbirinden izole ve ayrı emek dünyaları halinde varlıklarını sürdürüyorlar…
Çin’in bir fabrikasında çip takan adamla aynı şehirde World of Warcraft oyununda bölüm atlayıp üyelik satan çocuk birbiriyle iletişim halinde değil muhtemelen. Ama ikisi de benzer yerlerden sömürülüyor. Fiziksel emeğin problemleri belli ve zaten mücadele sürüyor. Ancak dijital ortamlarla gelen yeni konuların öncelikle sorunsallaştırılması gerekiyor. Bu konferans da bu yönde bir adım. Bu adımı hibrid örgütlenmelerin artışı takip edecek. Türkiye’de Hrant Dink suikasti sonrası gerçekleşen toplanma böyle bir hibrid örgütlenme örneğiydi. SMS, e-posta grupları üzerinden bir anda çok hızlı bir toplanma oldu. Akşama dev bir kalabalık vardı. Bu olayda sorunsallaşma zaten vardı, hibrid örgütlenme kendiliğinden çalıştı.
Hibrid olmayan, yani sokaklara inmeyen, ama politikmiş gibi olmaktan kurtulup politik olabilen, dönüştürme gücüne sahip tamamıyla sanal bir örgütlenme örneği var mı?
Olsa görürdük sanırım. İnsanlar bloglarına bir şey koyarak, imza atarak bir politik tatmin yaşıyor, ama esas mücadele ve örgütlenmeye enerji aktaramıyorlar. Kritik çoğunluk için YouTube henüz “girilemeyen” bir web sitesi, halbuki Türkiye devleti “kitlesel ifade özgürlüğü engellemesi” yapıyor. Devlet yöneticileri bize çocuk gibi davranma geleneğini sürdürüyor.
Web 2.0 siteleri kapatıldığında insanlar yalnızca bir tüketimden değil, ürettikleri şeyle aralarındaki ilişkiden de men ediliyorlar…
Evet. Şu anda internet yasakları, sigara yasağı gibi algılanıyor. “Arzuladığım bir şeye erişim engellendi” diye bakılıyor. Halbuki yüzbinlerce yazar-çizerin kitabının yasaklanmasına eşdeğer bir engelleme bu.
Ve emeğin dolaşım özgürlüğü de kısıtlanmış oluyor. Youtube, Facebook ya da last.fm’e içerik sağlayarak, emek harcayarak varolmayı seçemiyorum, buna devlet karar veriyor. Ulaşrma Bakanı, “elâlemin sitesine girmesek ne olacak, kendimizinkini yapalım” diyerek bu durumu milliyetçi bir kulvara da çekmeye çalıştı.
Evet, internet cahili yöneticiler hâkim şu anda, internet üzerine uzmanlaşmış bir ihtisas mahkemesi da yok. Bizler küresel çerçevede gayrımaddî emeği tartışırken, yerelde internet yasaklarıyla uğraşmanın yarattığı dayanılmaz hafiflik, mecburî naiflik, bağlamsız kalma söz konusu. Bununla mücadele etmek için iki gelişmenin bir arada olması gerekiyor: Birincisi, internet yasaklarının bir “kitlesel ifade özgürlüğü engellemesi” olduğunu gösterecek çalışmalar; ikincisi, hibrid örgütlenmeler, online toplanmaları fiziksel hale de getirmek.
YouTube gibi, üretilen içerik türünün önceki yapıları dönüştürdüğü örnekler başka kavramları da tartışmaya açıyor. Sinema, video gibi her tür hareketli görüntünün mecrasına yönelik bu değişim, içeriği de yeniden şekillendirilmeye muhtaç hale getiriyor. Bir romanın yazarı ve okuyucusu arasındaki farkın çok ötesinde, çok daha geçişken sınırlarla tartışıyoruz kültür alanını. Kültür dünyası bu değişimden nasıl etkileniyor?
Bu karmaşık dünya, klasik sanatsal anlatım ve temsiliyet tekniklerini etkisiz kılabiliyor. Okumanın izleyicilere, ziyaretçilere bırakıldığı işler pasif kalabiliyor. Hepimiz zaten bir bilgi-algı türbülansı içindeyiz, bir hikâyeden diğerine, bir sergiden öbürüne, uzaktan kumandayla kanal atlar gibi dolaşıyoruz. Hal böyleyken sanat sadece okuma değil, okuma ve yazma eylemlerinin beraber yürüdüğü bir deneyime dönüşebilir. İzleyici dediğimiz kimseler de, açık bir diyalogla katılımcılara dönüşebilir. Sanatçı sanat ürünü olarak araç yaratabilir, araçlar insanlara kendi hikâyelerini kurma imkânı sağlayabilir. Dahası, sanatçı sınırlı bir alan yaratıp bu alan içine davet edebilir katılımcıları, burada artık sanatçıyla katılımcı arasında ayrım kalmaz, herkes sanatçı olur. Daha aktif bir deneyim, fikir dönüşümü, öğrenme, inançlarımızda gerçek yaralanmalar yaşanabilir.
Facebook’a dört yıl içinde 1.5 milyar dolar paha biçildi.
Tarihte hiçbir flirket bu kadar hızlı büyümemiştir. Bunun adı hiper-kapitalizm; artı-değerle değil, çarpı-değerle işliyor.
(1) Teknolojik imkânlarla oluşturduğu sanatsal çalışmalarını ve akademik faaliyetlerini New York ve İstanbul’da sürdüren Burak Arıkan, Düğümküme adlı internet sitesinin de yazarlarından.
Express (Kasım 2009) dergisine bu yazı-röportajı paylaştığı için teşekkür ederiz.