Kitap Değerlendirmesi: Pandemi Günlerinde Medyanın Serencamı

Temmuz 5, 2022

Dr. Şerife ÖZTÜRK

2019 yılının sonunda Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkan, Dünya Sağlık Örgütü tarafından ilerleyen zamanda COVID-19 olarak adlandırılan ve pandemi olarak nitelenen nefes yolu hastalığı, 2020 yılının ilk aylarında hızla tüm dünyaya yayılmaya başlamıştır. Sadece sağlıkla ilgili bir sorun değil, toplumsal yaşamı dönüştüren, alanları değiştiren bir olaydır koronavirüs pandemisi. Turizm alanından eğitime, çalışma yaşamından günlük pratiklere kadar insanların yaşamında herşey birden bire farklı bir boyuta geçmiş, karantinalar, sokağa çıkma yasakları, uzaktan çalışma, eğitime ara verme vb. zor bir süreç yaşanmıştır. Kısıtlamaların kalkması koronavirüsün bittiği anlamına gelmez. Hala var ve uzun bir süre de yaşamamızda olacak gibi görünüyor. Tabi pandemi deyip geçiliyor ancak bu hastalığın ortaya çıkmasından yönetim sürecine, medyada yer almasından insanların buna ilişkin dayatılan ya da isteğe bağlı olarak alınan tedbirleri benimsemesine kadar bütün aşamaları araştırma konusudur. Koronavirüs pandemisi, bir salgından ibaret olmaktan öte ekonomik, siyasi, diplomatik, teknolojik, güvenlik, etik, mahremiyet, bilim vb. bütün alanların içindedir. Pandeminin arka planı, ülkelerin pandemiyle başa çıkma yöntemleri, salgın sürecinde eğitim ve herşeyin temelinde olan ekonomi, ülkeler arası ilişkiler, hasta temas takip ve tedavi uygulamalarına ilişkin  teknolojik uygulamalar, bu uygulamaların kullanılmasında ortaya çıkan etik sorunlar ve kişilerin mahremiyetinin ihlali gibi konular birbiriyle bağlantılı olarak ele alınmalıdır.

Kitaba ilişkin bu değerlendirme yazısında yazarların emekleri göz önüne alınarak bölüm yazıları tek tek incelenmiş, yazıların içerikleri kaleme alınarak değerlendirme yapılmıştır. Yazarların yazılarında neyi anlattıkları, neyi ön plana çıkarmak istedikleri bu değerlendirmede sunulmuştur. Bu yazı, kitabın bir özeti ya da kitaba ilişkin bir eleştiri değildir. Kitabı okumak isteyenlere öncesinde kitabın içeriğinde nelerin yer aldığını, neyi okuyacaklarının bir sunuşu; yazıların benim gözümden bir değerlendirmesidir.

Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik (UMAG) Vakfı Yayınları’ndan çıkan Pandemi Günlerinde Medyanın Serencamı adlı bu derleme kitapta, bölüm yazarları yukarıda bahsedilen tüm konuları kaleme almıştır. Yaşanılan kötü günlerde medyadan yansıyanlar ve madalyonun medyaya yansımayan diğer yüzü farklı perspektiften okuyucuya sunulmuştur. Kitabı derleyenlerden Mutlu Binark ve Sevda Ünal, Önsöz’de, ilk olarak tüm dünyada ekonomiden ticarete, eğitimden çalışma alanına kadar iş yapış pratiklerini dönüştüren özellikle teknoloji boyutunda birtakım farkındalıklara neden olan COVID-19 pandemisinin kronolojik bir anlatısını sunmaktadır. “Yeni normal” kavramını ön plana çıkararak uzaktan çalışma pratiğinin alanlardaki işleyişinin kısaca altının çizildiği yazıda en önemli vurgu, “ABD’nin başını çektiği Batılı kapitalist ülkeler ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında var olan 21. yüzyıla yönelik jeopolitik ve siyasal egemenlik mücadelesi”dir. Binark ve Ünal, pandeminin dünyadaki eşitsizlikleri daha da kalıcı hale getirdiğini ve eşitsizlikler arasındaki uçurumun arttığını kaydederken medya ve yeni medya ortamlarında sansür, oto-sansürün iyice meşrulaştırıldığı, gözetim ve verileştirme ile insan hakları aleyhine gelişmelerle karşılaşıldığı, yani pandemi ile mücadele ederken birtakım ihlallerin de yaşandığını vurgulamaktadır.

Derleme kitabın “Çin, ABD ve İran’da COVID-19 ve Medya” başlığını taşıyan ilk bölümünün ilk yazısı, K. Emre Demir’in kaleminden çıkmış. Çin ile ilgili farklı alanlarda deneyimi olan Demir’in “Çin’in Pandemi Söylemi: ‘Virüse Karşı Çin Seddi Ördük’” başlıklı yazısı, pandeminin başlangıç ülkesi olarak nitelenen ve bu süreçte çok sık gündeme gelen Çin’in COVID-19 ile mücadelesini ve deneyimini anlatmaktadır.  Pandeminin ilk olarak Çin’de görülmesi dünyada bu ülkeye karşı eleştiri oklarının çoğalmasına neden olurken içte ve dışta uyguladığı strateji ve politikalarla Çin’in imajını düzeltmeye çalıştığını aktaran Demir, Çin’in “COVID-19’un bir anlatısı”nı oluşturduğunu vurgulamaktadır.

Koronavirüsün ilk görüldüğü zamanlarda Çin sosyal medyasında eleştirel paylaşımların yapılması ve bazı medya kuruluşlarında Çin Hükümetini sorgulayıcı haberlerin çıkması üzerine bu tür yayın ve paylaşımların Çin halkına zarar verdiği ve kaos ortamı yaratılmak istendiğine karşı yayınlar yapıldığına ilişkin hususlar yazıda en can alıcı noktalardan biridir. Çin’in pandemi döneminde hem katı ve sert tedbirler almaktan çekinmediği hem de moral veren kamuoyu çalışmalarının yapıldığının altının çizildiği yazıda; pandemi sürecinin başlangıç ülkesi olarak gösterilmesi sonucu ülkeler nezdindeki olumsuz algıyı düzeltmenin Çin açısından hiç de kolay olmadığı belirtilmektedir. Pandemi öncesinde de büyük ticaret potansiyeline sahip olması nedeniyle Çin’e karşı önyargılı ülkeler, pandemiyle birlikte bu önyargılarını sağlık alanına taşımıştır. Demir yazısında kapsamlı olarak bu önyargılardan bahsederken Çin’in, vakanın ilk orada görülmesi ve tedavi sürecinde neler yapılacağını da bu sayede öğrenmesi nedeniyle, pandemiye ilişkin en tecrübeli ülke olduğunu ve bunun da diğer ülkeler nezdinde avantaj olduğunu vurgulamaktadır.

Çin’in koronavirüse karşı savaşının “halk savaşı” olarak nitelendirildiğini yazan Demir, ciddi eleştirilere maruz kalan bu ülkenin kapsamlı ve katı adımlarla eleştirileri telafi ettiğini belirterek bunu yaparken hangi yöntemlerin izlendiğini de sıralamaktadır. Demir’e göre eleştirilere karşı bir diğer uygulama da “Beyaz Kitap” isimli raporun yayınlanmasıdır. Demir, bu rapordan da kapsamlı olarak bahsetmektedir. Beyaz Kitap isimli raporu duymuştum ancak; içeriği hakkında bu denli kapsamlı bilgi sahibi değildim. Bu yazıyla birlikte rapor hakkında aklımdaki soru işaretlerini gidermiş oldum. Beyaz Kitap aslında Çin’in salgınla ilgili pek çok propaganda aracından sadece biridir. Salgınla mücadelede Çin Hükümeti’nin,  hem halkına hem de dış ülkelere karşı imajı konusunda hem de teknolojik ve ekonomik konuda mücadele verdiğinin sık sık ve farklı olaylarla altının çizildiği yazıda; işin aslının “sağlık”tan ziyade ticaret savaşlarının bir parçası olduğu, bu durumun aşı konusunda da yaşandığı kaydedilmektedir.

Tüm insanlığın tarihe geçen bir olayı eş zamanlı yaşaması ve bu olayın da çıkış noktasında nelerin, nasıl yaşandığına dair merakını gidermek isteyenlerin okuması gereken bir yazı olduğunu düşünüyorum. Demir’in yazısını okurken hem bu süreçte kendi yaşadıklarım hem de medyadan takip ettiğim olaylar dejavu gibi tekrar gözümün önünden geçti sanki. Okuyucuyu canlı tutan bu yazıda geriye dönük kısa süreli bir yolculuk yaptım sanki. Bu kitapta  Çin’deki pandemi sürecine ilişkin yazı olmasa eksik olurdu. ABD ve Batı ülkelerine göre kapalı bir yapısı bulunan Çin’in dünyanın gözündeki imajını içte ve dışta uyguladığı politikalarla nasıl değiştirdiğini bir sonraki cümleyi merak ederek okudum diyebilirim.

İlk bölümün ikinci yazısı aynı zamanda kitabı derleyen Mutlu Binark ve Sevda Ünal tarafından yazılmış. “Çin’de Parti-Devletinin Ürettiği ‘Çin Güçlü Kal! Wuhan Güçlü Kal’ Video-Anlatılarında Ulusal Birlik, Zafer ve Fedakârlık Söylemi” başlığıyla kaleme alınan bu yazı, K. Emre Demir’in üzerinde durduğu konulardan “propaganda”yı detaylı olarak ele almaktadır. Yazının konusunu COVID-19 salgınıyla mücadele stratejileri, bu kapsamda da Çin’in içte ve dışta salgına ilişkin zafer kazanmak ve bunu tüm dünyaya göstererek ülkeye karşı önyargıları yıkmak için sosyal medya platformlarında dolaşıma soktuğu video anlatılar ile bu anlatıların söylem stratejileri oluşturmaktadır.

COVID-19 pandemisinde hastalığı saklamak dolayısıyla da gerekli tedbirlerin alınmasında geç kalınmasına sebep olmakla suçlanan Çin’de sosyal medya platformları, halkın sesini yükseltmesini sağlamıştır. Pandeminin çıkış ülkesi olarak tüm dünya ülkelerince hedef haline gelen Çin salgınla mücadele ederken dünyadaki bu algıyı değiştirmek için de birlik ve mücadele vurgusu yapan video anlatıları dolaşıma sokmuştur. Bu video anlatıların söylemsel analizlerinin yapıldığı yazıda; salgının devletlerin yurttaşlar üzerindeki denetimi ve yaşamı disipline etme tekniğini meşrulaştırdığının altı çizilerek meşrulaştırmaya ilişkin çalışmaların “tutumların yönlendirilmesi” ve “özneleştirme” üzerinden yapıldığı ifade edilmektedir. Çin parti devletinin video anlatılarla propaganda yürütmesindeki temel amacının ülke içinde salgınla mücadele ettiği imajını güçlendirmek dışta ise hem virüsün Çin’den yayıldığı iddialarına ilişkin algıyı değiştirmek hem de yönetim modeli olarak Çin rejiminin üstünlüğünü göstermek olduğunu dile getiren Binark ve Ünal, bu anlatılarda, virüs ve salgına karşı kolektif savaş içinde bulunulduğunu ve “Çin Rüyası”nın sürekliliğine vurgu yapıldığını kaydetmektedir.

Binark ve Ünal’ın yazısında; hiçbir Batılı ülkede 76 gün süren kapanmanın olmadığını, Çin’in her yolu deneyerek salgından kurtulduğunu ve bunda Çin’in özgürlüklerin kısıtlanması, ifade özgürlüğünün denetlenmesi gibi uygulamaların yani yönetim rejiminin de büyük katkısının olduğu mesajının dünyaya verildiği vurgulanmaktadır. Çin devletinin propagandayı salgınla mücadelesinde başarılı bir şekilde uyguladığının altının çizildiği yazı; Çin devletinin ülke içinde tepkileri milliyetçi ve vatanseverlik duygularını canlandırarak bastırma; ülke dışından gelen eleştirileri de yeni bir emperyalizm biçimi şeklinde yorumlayıp püskürttüğü ifade edilerek noktalanmaktadır.

Pandemi sürecinde Çin’in olumsuz imajını düzeltmek için içte ve dışta izlediği propaganda taktiklerinin eleştirel bir üslupla ele alındığı yazıda; eleştirinin temeli ÇKP’nin egemen ideolojisinin pandemiyle mücadele kapsamında yurttaşlara dayatılması, bireysel özgürlüklerin sınırlandırılması ve devlet denetiminin artmasıdır. Bu düşünceler video-anlatılardan örneklerle sunulmaktadır. Pandemi sürecinde merak edilen konuların başında gelen Çin’in iç ve dıştaki imajını olumlamaya yönelik çalışmalar, Binark ve Ünal tarafından net olarak ortaya konmaktadır.

Birinci bölümün son yazısı Metin Yüksel’e ait. “Koronavirüs Salgınında Amerika ve İran’da Haber, Mizah, Şiir ve Ötesi” başlığını taşıyan yazı oldukça ilginç bir içeriğe de sahip. Yazının konusu koronavirüs salgınının ABD ve İran’da yeni medyaya nasıl konu olduğu ve nasıl yeni işlevler kazandırdığıdır. Yazıda, ABD’de bilgi ve eğlence sektöründe oldukça iddialı yayınlardan olan The Daily Show adlı programla İran’da Farsça yazılan korona şiirlerine yer verilmektedir.

Yazıda ilk olarak,  ABD’de The Daily Show (TDS) adlı program ele alınmaktadır. Programın sadece Amerikan siyasetini değil dünyadaki gelişmeleri de konuklarıyla birlikte ele aldığını ifade edip program hakkında kısa bir bilgi ile başlayan yazıinzda Yüksel, TDS’nin ABD’deki izleyicilerine program sayesinde eleştirel bir bakış açısı sağladığının altını çizmektedir. Yüksel, programın en renkli ve ilginç konuğunun “virüse karşı vücuda dezenfektan enjekte edilmesi” sözlerini bu programda sarf etmesi nedeniyle Trump olduğunu vurgulamaktadır.

Yüksel yazısının İran ile ilgili ikinci kısmını şiir ve hicve ayırmaktadır. İran’ın 1941’den itibaren kısa siyasi ve diplomatik olaylarına değinen Yüksel, ABD ve İran ilişkileri ile İran’ın Ortadoğu coğrafyasındaki konumunu da dile getirerek İran’daki kültürel ürünlerin başında şiirin geldiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla İran’da şiir önemlidir. Bu önemi içerisinde şiirin pandemi sürecinde “eş’ar-i korona” şeklinde yapılan çevrimiçi bir taramada çok fazla şiir ile karşılaşıldığını vurgulayan Yüksel, bu şiirlerin bazılarının siyasi hiciv bazılarının ise İran edebiyatının ünlü isimlerinin şiirlerinden uyarlanmış olduğunun altını çizmektedir. Yüksel konusunu maske takmak, korona, aşk, aşı ve karantinanın oluşturduğu şiirlerin İran’daki toplumsal ve siyasi olaylara da gönderme yaptığını vurgulayarak yazısını tamamlamaktadır.

Yüksel’in yazısının başlığını ilk okuduğumda önce anlam veremedim pandemiyi şiir ve mizahla nasıl ele aldığına. Yazının ilk kısımlarını okuyup ABD ve İran’daki pandemi günlerine geldiğimde anlamaya başladım ve derleme içinde yer alan yazı konularından ne kadar farklı, ne kadar ilgi çekici olduğunu kavradım. Pandemi deyince ilk akla konular arasında olmayan şiir, hiciv ve yine ilk akla gelen ülkeler arasında sayılmayan İran’ın yazıya konu edilmiş olması ve ABD’deki televizyon programının ele alınması kitap için oldukça farklı konuların arasında yerini almıştır.

Kitabın ikinci bölümü olan “Liderlerin Söylemleri-Habercilik ve Medya Profesyonelleri” başlığı altındaki ilk yazı, Ruhdan Uzun’un. “Haber Alma Hakkı Açısından Koronavirüs Pandemisinde Gazetecilik” başlıklı yazı, haber, habercilik, haber alma hakkı ve bu hakkın önündeki engelleri ilk olarak ele almaktadır. Ardından pandemi sürecinde gazetecilerin uzaktan çalışma ile karşılaştıkları sınırlılıkları ortaya konmaktadır. Uzun, pandeminin her anlamda küresel bir krize neden olduğunu, bu krizde gazetecilerin bilgiye ulaşması ve bu bilgiyi halka aktarırken hem toplum sağlığı hem de kendi sağlığını dikkate alması gerektiğinin altını çizmektedir. 

Uzun gazetecilerin her dönem karşılaştığı haber alma hakkını etkileyen faktörlerin pandemi sürecinde daha fazla olduğunu bunun da insanların bilgiye erişmesi konusunda yanlış yönlendirilmesine neden olduğunu vurgularken haber alma hakkını etkileyen siyasi baskılar ile mesleki performanstan kaynaklanan baskılara, pandemi koşullarından kaynaklı baskıların da eklendiğini belirtmektedir. Pandeminin başından beri hükümetin sürdürdüğü politikalara eleştirel yaklaşan Uzun, hükümetin bu politikası nedeniyle dolaşımdaki bilgilerin de güvenilir olmadığını, bunun da pandemiyle mücadelede engel teşkil ettiğini aktarmaktadır. Uzun yazısında, bu durumu net bir şekilde örneklerle ortaya koyarken basında “sürecin çok iyi yönetildiği” algısının oluşturulmaya çalışıldığını da dile getirmektedir.

COVID-19 pandemisinin dünyada tüm alanları dönüştürdüğü malum. Ancak en önemli dönüşüm çalışma modelleri içinde yer alan esnek çalışma içerisindeki uzaktan çalışma sisteminin ön plana çıkmasıdır. Her alanda uzaktan çalışma; ev ortamı ve maliyet anlamında imkan getirmiştir. Ancak saha mesleği olan gazetecilik alanında pandemi nedeniyle zorunlu hale gelen uzaktan çalışmanın imkan yanında sınırlılıkları daha fazla olmuştur. Pandemik belirsizlik yanında işyerinde çalışmanın sağlık açısından güvenliği tehdit eder hale eğlemesi gazetecileri mecburen sahadan uzaklaştırmıştır. Uzun yazısında, son olarak gazetecilerin uzaktan çalışarak haber üretme pratikleri üzerinde durmaktadır. Uzun’a göre uzaktan çalışma, birçok meslek açısından kolaylaştırıcı gibi görünse de gazetecilik açısından haber üretim pratiğini zorlaştırmıştır. Uzun yazısında gazetecilerin eğitimi, bilim gazeteciliği, sağlık haberciliği gibi alandaki en temel konuların da önemine değinirken ekonomik baskılar nedeniyle gazeteciliğin pandemi sürecinde içinde bulunduğu durumu gözler önüne sermektedir.

Uzun, kitabın başlığıyla doğrudan özdeşleşen yazısında, pandemi döneminde medyanın ve gazetecilerin serencamını sunmaktadır. Gazeteciliğin önemli noktalarına değinerek gazetecilik alanında yaşananları ortaya koyan Uzun, imkan gibi görünen esnek çalışma modellerinden uzaktan çalışmanın gazeteciler için ne tür sınırlılıklar getirdiğini, haberciliğin bu süreçte insanların sağlığına ilişkin yönlendirici haberlerinin ne denli önemli olduğunu örneklerle açıklamaktadır. Uzun yazısında gazetecilerin sorunlarının pandemi sürecinde daha da arttığını ve sağlık bahane edilerek basına sansür ve oto-sansür uygulandığının vurgusunu yaparak eleştirel bir gözle gazetecilik alanını analiz etmektedir.

Kitabın ikinci bölümünün ikinci yazısı Çiğdem Yasemin Ünlü’nün. “’Herşey Kontrol Altında mı?’ Neoliberalizmin Pandemi Krizi ve Dünya Liderlerinin Söylemi” başlıklı yazıda Ünlü, ABD Başkanı Donald Trump, Almanya (eski) Başbakanı Angela Merkel, Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Güney Kore Cumhurbaşkanı Moon Jae-in, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, İspanya Başbakanı Pedro Sanchez, İtalya Başbakanı Giuseppe Conte, Macaristan Başbakanı Victor Orban, Rusya Devlet başkanı Vladimir Putin ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın COVID_19 pandemisi sürecinde çeşitli vesilelerle verdikleri demeçler üzerinden eleştirel söylem analizi gerçekleştirip bu analizin sonuçlarını ortaya koymaktadır.

Yazısına eleştirel söylem çözümlemesini detaylı olarak açıklayarak başlayan ve çalışmadaki çözümlemesini Fairclough’a dayandıran Ünlü, pandemi ve ardından yaşanabileceklere ilişkin günümüz düşünürlerinin tartışmalarında uzlaştıkları noktanın, pandemiyle birlikte neoliberal düzenin içinde barındırdığı tüm olumsuzlukların gün yüzüne çıkıp bunlar üzerine düşünülmesi ve dünyanın daha yaşanabilir hale gelmesine ilişkin yeni bir dünya yaratmanın yollarını aramak olduğunu belirtmektedir. Ünlü’nün yazı için yaptığı araştırmada üzerinde durduğu konu, bahsi geçen liderlerin pandemiye ilişkin söylemlerini nasıl inşa ettikleridir. Salgın döneminin liderlerin popülist stratejilerden yararlanması için zemin hazırladığını ifade eden Ünlü, 11 lider üzerinden küresel krizde ulusların nasıl politikalar izlediğini aktarmaktadır. Ünlü, demeçleri inceleyerek liderlerin hemen hepsinin küresel salgını normalleştirdiğini, yönetimsel zafiyetlerin, hazırlıksızlığın, sağlık sistemlerindeki sorunların üzerini örten açıklamalar yaptığı sonucuna varmaktadır.

Yazıda en dikkat çekici noktalardan biri, istisnasız tüm liderlerin COVID-19 virüsünü görünmez/sinsi/ bilinmeyen bir düşman, küresel salgın durumunu ise bir savaş olarak tanımladığının kaydedilmesidir. 11 liderin ortak söylemi olan bu husus aslında, COVID-19’un insanlar tarafından hemen hemen aynı şekilde algılanmasının temelini oluşturmaktadır. Bu metaforlar liderler için salgının büyüklüğünün veya seferberlik halini anlamak için çokça başvurulan tarifler arasındadır. Yazıda son olarak liderlerin konuşmalarının genel değerlendirmesi yapılarak muhafazakar liderlerin söylemlerinde daha buyurgan bir biçemin hakim olduğunu ifade ederken Avrupalı liderlerin konuşmalarında birkaç ortak özelliğin göze çarptığı kaydederek bu özellikleri sıralamaktadır. Bunlardan birincisinin bilim ve uzmanlığın aşırı şekilde vurgulanması, ikincisinin açıklamaların demokrasi kavramıyla ilişkilendirilmesi, üçüncüsünün ise uygulanan politikalar ve karşılaşılan yetersizlikler açıklanırken yurttaşlarla özdeşleşme ve tepkileri hafifletmeyi sağlayabilecek stratejini benimsenmesi olduğu vurgusu yapılmaktadır.

Ünlü, yazısını uzun zaman aralığında incelediği 11 liderin pandemiye ilişkin söylemi üzerinden oluşturmuştur. Yazıda Avrupalı liderler geniş yer alırken muhafazakâr liderler daha az yer bulmaktadır. Eleştirel söylem çözümlemesinin orijinal örneklerinden olan bu yazıda, örneklem için dünyada pandemi sürecindeki uygulamalarıyla merak konusu olan ülkeler seçilmiştir.

Sinema Filmlerinde ve Ünlülerin Yaşamlarında Salgınlar başlıklı üçüncü bölümün ilk yazısı Zeynep Özarslan ile Aylin Berna Zamandar Başoğlu’na ait. “Sinemada Salgınlar: 2000’li Yılların Filmleri ve Dizileri” başlığını taşıyan yazı; sinema tarihinde salgın temasının nasıl ele alındığı, salgın hastalıkların sinemadaki temsili, salgın konulu filmlerin türleri ile 2000’li yıllardan sonra salgın film ve dizelerinin analizi üzerinde durmaktadır. 

Yazıda, sinemada salgın filmlerinin korku türü altında ele alınsa da bilim-kurgu, felaket, gerilim türleri altında da değerlendirildiğinden bahisle, korku sinemasını kısa tarihi ele alınmaktadır. Çalışmanın örneklemine dahil edilen filmler Children of Men, I am Legend, Contagion, Perfect Sense, World War Z; diziler ise The Walking Dead, 12 Monkeys, Containment’dır. 5 film ve 3 dizi bu çalışma kapsamındadır. Uzun ve detaylı bir çalışma olduğunu söyleyebilirim. Ancak bu filmleri izlememiş olanlar için konu tanıdık olsa da temelde film ve diziler, birkaçı dışında, benim için aşina değildir.

Sinemada salgın olarak en sık ele alınan hastalığın veba olduğunu belirten yazarlar, salgın temalı film ve dizilerde çoğunlukla salgın sonrası hayat vurgusu yapıldığının ve çoğunlukla virüs kapan insanları “zombi” olarak gösteren film ve dizilerin izleyici kitlesinin cinsellikleri kısıtlanan gençler ile alt sınıflar olduğunun altını çizmektedir. Yazarlar bu konuda Wood’a atıf yaparak, zombi filmlerinde bozulan toplumsal düzenin bu zombilerle başa çıkarken, bunun için uğraş verirken yeniden inşa edildiğini kaydederken korku türünü genel anlamda ele alarak uygarlığın yasakladığı ve baskı altına aldığı her tür şey için verilen mücadeleyi temsil ettiğini belirtmektedir. Yazıda önemli bulduğum nokta, salgına neden olan virüsün kaynağının genellikle film ve dizilerde cevapsız kalmasıdır. Tıpkı COVID-19 pandemisinde olduğu gibi. Bu pandemi sürecinde de Çin’den yayıldığı yolunda söylemler bulunan koronavirüsün asıl kaynağı henüz netliğe kavuşmamıştır. Demek ki, dünyadaki diğer salgın hastalıklar 50 yıl önce de olsa, 100 yıl önce de olsa kaynağı konusundaki kafa karıştırıcı hususlar devam etmektedir.

Yazarlar çalışma kapsamındaki film ve diziler üzerinden dönemin siyasi ortamını ortaya koyarken bu ürünlerin egemen ideolojinin kültürel bir işlevi olarak rol oynadığını ileri sürmektedir. Yazının son kısmında salgın filmlerinde güçlü erkek imajı, yeniden üretilen ataerkil aile yapısı, geleneksel manevi değerlerin öne çıktığının altı çizilmekte ve yapımların sonunda insanlara “umut verici” mesajlar iletildiği vurgulanmaktadır. Yazı; salgın konulu yapımların toplumsal ve siyasi rolüne değinirken metin örgüsü içinde egemen gücün ideolojisini de meşrulaştırdığını ortaya koymaktadır.

Üçüncü bölümün son yazısı “Ünlülerin Pandemi Günlerinde Sosyal Medyada Ürettikleri İçerikler” başlığıyla yine Zeynep Özarslan ile Aylin Berna Zamandar Başoğlu’na ait. Yazıya pandeminin tüm alanların olduğu gibi kültürel, sanatsal faaliyetlerin de dönüştüğünden bahisle başlayan yazarlar, çalışmalarında COVID-19 pandemisinde Türkiye’de sinema, televizyon, müzik sektörlerinden tanınmış kişilerin Instagram paylaşımlarını Türkiye’de pandemi sürecinin başı olan Mart-Nisan 2020 tarihleri arasında inceleyerek bu kişilerin salgın döneminde izlerkitleleri ile olan iletişimlerini analiz etmeyi amaçlamaktadır.

Çalışmalarının kavramsal ve kuramsal çerçevesini Ünlü Çalışmalarına dayandıran Özarslan ve Başoğlu, Frankfurt Okulu kurucularından Adorno ve Horkheimer’ın “kültür endüstrisi” kavramını temel alarak yeni iletişim teknolojilerinde ünlü çalışmaları üzerine araştırmaları bulunan Henry Jenkins’ten, Pierre Bordiue’nun sermaye kavramındaki ünlü sermayesi kavramından yola çıkarak ve Ervin Goffman’ın “performans”, “vitrin”, “sahne önü-sahne arkası”nı  ele alarak ilerlemektedir.

Sosyal medyanın ünlülerin performatif eylemlerinin ön plana çıkmasında katkı sağladığını ifade eden yazarlar, hayranların ünlülerin canlı yayın yapmaları sayesinde onların sahne arkası yani özel hayatlarına tanıklık ettiğini ve onlara “daha kolay erişebilme” imkanı sunduğunu kaydetmektedir. Pandemi döneminde evde kalınan süreçte ünlüler ile influencer’ların takipçileri ve hayranlarıyla ağ üzerinden kurdukları iletişim, çeşitli markalarla yaptıkları tanıtım ve reklamların incelendiği çalışmada, aslında herşeyden uzak kalınan süreçte ünlülerin kendilerini unutturmamak adına ağlar aracılığıyla canlı program, canlı konser, canlı gösteri, canlı sohbet gibi eylemlerde bulundukları; gelirlerinin devamlılığını sağlamak için de çeşitli markalarla işbirliği yaptıkları üzerinde durulmaktadır. Bu süreçte çoğu yerin kapanmasından kaynaklı işsiz kalan insanlar için bazı ünlülerin yardım kampanyası düzenlediği ancak pandemiye ilişkin doğrudan paylaşım yapmadıkları onun yerine bu süreçte evde geçirdikleri gündelik hayatlarını gözler önüne serdikleri ortaya konmaktadır.

Yazıda belli bir ünlü örneklem olarak seçilmiş olsa da metin örgüsü içinde örneklem dışındaki ünlülere de atıf yapılmaktadır. Yazının dikkat çekici kısmı bana göre ünlülerin pandemi sürecinde toplumu yönlendirici, kültürel ve sanatsal etkinliklere dair paylaşım yapmamalarının üzerinde durulmasıdır. Bu durum Türkiye’deki ünlülerin genel kültür ve bilgi düzeyleri hakkında fikir vermekle birlikte pandemi sürecinde “herkesin kendi derdine düşmüş” olduğunu ünlülerin paylaşımlarından örneklerle sunmaktadır. Sanatçılar, duyarlı ve hassas kişiliğe sahiptir ya da en azından öyle bilinir. Dünyayı dönüşüme uğratan salgında takındıkları tavır ve tutum Özarslan ve Başoğlu’nun yazısında görülmektedir.

Salgın Sırasında Sağlık İletişimi ve Kriz Yönetimi başlığını taşıyandördüncü bölümSinem Akkaya Güngör’ün kaleminden çıkmış.COVID-19 Salgınında Küresel Sağlık İletişimi İle Güven Oluşturmak: Dünya Sağlık Örgütü Instagram Sayfası”başlığını taşıyan Güngör’ün yazısı, halkla ilişkilerin kriz yönetimindeki önemine vurgu yapmaktadır. Salgın döneminde halkın güvenilir bilgiye zamanında erişerek tedbir almasının ne denli hayati olduğunu aktararak yazıya başlayan Güngör, teknolojik gelişimle birlikte sosyal medyanın insan hayatındaki yerini, özellikle salgın döneminde sağlığa ilişkin bilgilerin tarandığı mecra olarak rolüne değinmektedir.

Güngör çalışmasını stratejik sağlık riski iletişimi yaklaşıınma dayandırmakta, koronavirüs salgını döneminde kullanılan iletişim türlerine ve içeriğine odaklanarak Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) bu süreçte Instagram hesabından yaptığı paylaşımları Mart-Nisan 2020 tarihleri arasında irdelemektedir. Sağlıkla ilgili krizlerde sağlık iletişimcilerinin bir yandan kurumlarının itibarını korurken bir yandan da güvenilirliği sürdürmelerinin ve halkın endişesini azaltmak için kullanacakları ifadelerin öneminin altını çizmektedir.

DSÖ’nün COVID-19’u salgın olarak ilan ettiğinde bu hastalığa karşı koruma sağlayacak aşının henüz olmadığını, hastalık ve tedaviye ilişkin net bilginin bulunmadığı bir krizde hızlı ve etkin hareket ederek COVID-19’dan korunmak için DSÖ’nün korunma önlemlerini tüm dünya ile paylaştığını ifade eden Güngör, DSÖ’nün bu süreçte şeffaf olmak için çabaladığını vurgulamaktadır. Güngör, DSÖ’nün Instagram paylaşımlarının içeriğini dokuz kategoriye ayırmakta ve şöyle sıralamaktadır: Epidemiyoloji ve istatistik, eğitim ve bakım, genel önleme yönergeleri, hijyen, sağlıklı beslenme ve yaşam tarzı, karantina, dünya haberleri. DSÖ’nün Instagram hesabında genellikle bilgilendirici içerikler, çocuklara karantina sürecinin nasıl anlatılması gerektiği, virüslü biriyle aynı evde yaşamanın kılavuzunu, yanlış yayılan bilgi hakkında doğru bilgi gibi içerikler paylaşmıştır.

Güngör yazısında DSÖ’nün Instagram hesabını incelemekte ve hangi etiketlerle hangi içerikleri paylaştığını ele almaktadır. Ancak yazıda incelenen paylaşımlardan birkaç görsel de yer alabilseydi yazının içeriği zenginleşebilirdi. Hangi içeriğin hangi görselle paylaşıldığı da fotoğraf veya metin olarak belirtilebilirdi. Çünkü sosyal medya demek görselliğin ön planda olması demektir. Sosyal medya paylaşımları üzerine bir araştırma temelleniyorsa paylaşımların görselliğinin de olması çalışmayı daha güçlü kılar. Diğer taraftan DSÖ’nün genel anlamda bu çalışmaya konu olması da çalışmayı orijinal kılmıştır.

Dördüncü bölümün son yazısı Ayşe Aslı Sezgin’in. “Pandemi Günlerinde Kurumsal Sosyal Medya Yönetimi: Yeni İletişim Taktikleri Mi Yoksa?” başlıklı yazıda Sezgin, JP Morgan Chase&Co, Manchester City Spor Kulübü ve Wyndham Hotel Group’u odak noktası yaparak bunların Facebook hesaplarını incelemekte ve pandemi dönemindeki paylaşımlarını ele almaktadır. Bu bağlamda Sezgin yazısında, pandemi sürecinde kapitalizmin nasıl işlediğini finans, futbol ve turizm sektörü açısından irdelemektedir.

Yazıda Sezgin, pandemi sürecinde kapitalizmin temel argümanlarını ortaya koyarken örnekleme dahil ettiği sektörler üzerinden pandemide insan sağlığı ön planda tutulurken arka planda para akışının azalmasını veya kesilmesini önleyici tedbirlere ilişkin çabaların yattığını vurgulamaktadır. Pandemi sürecinde örneklem dahilinde bulunan kurumsal sosyal medya hesaplarındaki paylaşımlarda dikkat çeken noktanın kurumların fırsatçı olarak algılanmalarından duydukları kaygı olduğunu belirten Sezgin, bu hususta kurumsal halkla ilişkiler bölümlerine çok iş düştüğüne ve üstlendikleri görevin hassasiyetine vurgu yapmaktadır.

Sezgin, salgın öncesi ile salgın sürecinde örnekleme dahil edilen kurumların Facebook hesaplarındaki paylaşımların farklılığını ortaya koymaktadır. JPMorgan Chase&Co’nun salgın öncesinde Facebook hesabından kurumun faaliyet alanına yönelik etkinlik, duyuru, tanıtım yapılırken salgın sürecinde müşterilerine çözüm üreten paylaşımlar yapıldığı ve böylece kendi konumunu da belirlemeye çalıştığı yazıda kaydedilirken futbol endüstrisinde de durumun farklı olmadığının altı çizilmektedir. Manchester City Spor Kulübünün Facebook hesabından pandemi başladığında yapılan ilk paylaşımın müsabakaların ertelendiğine dair bilgi olduğu, pandemi sürecinde ise taraftarlarına evde kalmaya yönelik paylaşımlar yapıldığının kaydedildiği yazıda ayrıca; futbol endüstrisindeki kapitalizmin temelinde yer alan tüketici-taraftar hedef kitlesini elde tutmaya yönelik taktikler uygulandığı vurgulanmaktadır. Sezgin, turizm sektörü açısından ele aldığı Wyndham Otel Group’un Facebook paylaşımlarında ise pandemi ortaya çıktığında ilk duyurusunun konukların ve çalışanların sağlık ve güvenliğini en önde tuttuğuna ilişkin açıklamaya yer verdiğini belirterek pandemi sürecinde ilerleyen zamanda bu otelin geleceğe yönelik teşvik edici, umut dolu mesajları içeren paylaşımlar yaptığına dikkat çekmektedir.

Pandemi sürecinde sekteye uğrayacağından korkulan kapitalist düzeni farklı sektörden üç örneklem ile ele alan Sezgin’in yazısının başında sistematik olmayan bir düzen dikkati çekmektedir. “Yazı nereye gidecek acaba?” derken başlıklar halinde sektörlerin ele alındığı görülmektedir. Örneklem olarak seçilen sektörlerin pandemi sürecinde kapitalizmin kesintiye uğramaması ve kâr maksimizasyonunu en üst seviyede tutmak için uygulanan taktiklerin yeni toplumsallık deneyiminde nasıl reaksiyon göstereceği de merakla beklenen bir konu olduğu metin içinde dolaylı olarak aktarılmaktadır.

Kitabın İletişim Teknolojileri: İki Yönü Keskin Bıçak başlıklı beşinci bölümünün Onur Dursun’a ait ilk yazısı, “‘Pan’lar Birleşti İktidarlar Güçlendi Panoptikonla Yönetilen Pandemi ve Mahremiyet Arasına Sıkışan İnsanlık” başlığını taşımaktadır. Bölümün başlığından da anlaşılacağı üzere yazıda, teknolojinin imkan ve sınırlılıkları pandemide yaşanan süreç çerçevesinde, Foucault’nun, 1780’de Jeremy Bentham’ın çizdiği hapishane modelinden yola çıkarak ortaya koyduğu panoptikon kavramı temelinde tartışılmaktadır. Dursun yazısına pandemilerin ya da toplumsal felaketlerin kendilerine çözüm üretme yolları bulmaya çalıştığı sürece her defasında yeni mekanizmalar inşa ettiğini ve bunları meşrulaştırdığını ifade ederek başlamaktadır.

COVID-19 pandemisi sürecini egemen güçlerin müdahaleci tutumları bakımından 11 Eylül’e benzeten Dursun, pandemide evde kalanlarının sınıfsal analizlerini de ortaya koymaktadır. Sağlıklarının korunması için evde kalanların beden gücüyle çalışmayan çoğunlukla üst ve orta, evde kalmaktan muaf, çalışmak zorunda kalanların ise alt sınıf olduğuna dikkat çeken Dursun, pandemide sınıflar arası mücadelelerin bu minvalde iyice belirginleştiğini, hükümet/devletlerin diktatörleştiğini ve insanların bazen elde olmayan koşullar bazen de isteyerek kötü yaşam koşullarına mahkum edildiğini ifade etmektedir. Dursun’un bu kapsamda kaleme aldığı çalışmasının konusu, pandeminin geliştirdiği ya da pekiştirdiği gözetim sistemleri, bu sistemlerin yarattığı olumsuzluk ve bunlara karşın çözüm önerileridir.   

Dursun yazısında, pandemi sürecinde hastaların, hastalığın yayılmasını önlemek ya da ne durumda olduğunu anlayabilmek açısından devletin gözetim mekanizmalarına ilişkin uygulamaların ne yönde olduğunu aktararak, çeşitli ülkelerden konuyla ilgili örnekler sunmaktadır. Günümüzde gözetleme sistemlerinin kamu ve özel sektör tarafından kullanılmakta olduğunu ve bunun verimlilik ve güvenlik amaçlarına hizmet için işe koşulduğundan bahisle, bu şekilde gözetleme eyleminin gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası haline geldiğinin altını çizen Dursun, artık gözetimin toplumda normalleştirildiğini vurgulamaktadır. Dursun’un yazısında benim dikkatimi çeken en önemli husus, pandemi sürecinde telefonlara indirilen Hayat Eve Sığar uygulamasının gözetimin bir parçası olarak kullanıldığını, hatta bunun sağlık ve güvenlik için kişinin mahremiyetini feda etmek zorunda bırakılmasının kişinin kendi isteği gibi gösterilmesidir.

Dursun, bireylerin gözetimine ilişkin birtakım öneriler de sunmakla birlikte bunların gerçekleşeceğine dair umutsuzluğunu dile getirerek yazısını bitirmektedir. Dursun yazısında, pandemi sürecindeki gözetime ilişkin Hayat Eve Sığar uygulaması özelinde bireylerin nasıl takip edildiğini bunu bireyin nasıl kabullendiğini anlatırken, böylece iktidarın bir kez daha ideolojisini meşru hale getirip yaygınlaştırdığını dile getirmektedir. Bu yazıda, pandemi mahremiyet üzerinden ele alınmaktadır. Teknolojinin sağladığı imkan hep dile getirilirken bunun getirdiği sınırlılık çoğu zaman görmezden gelinir veya unutulur. Dursun’un bu yazısı, teknolojinin sınırlılıklarını her alanda göz önünde tutulması gerektiğini hatırlatmaktadır.

Beşinci bölümün ikinci yazısı “Salgın Takibinde Algoritmaların ve Büyük Veri Analizlerinin Kullanılması: Etik Sorunlar ve Etik Bakış Gereği” başlıklı yazı. Hasan Hüseyin Kayış’a ait bu yazıda; Onur Dursun’un yazısındaki temel noktalara farklı bakış açısı getirilmektedir. Kayış yazısında; pandemi sürecinde temas takip uygulamalarının kullanılmasındaki temel sav ve bu uygulamaların kullanılmasının meşrulaştırılmasına değinerek söz konusu uygulamaların gizlilik ve mahremiyet ihlali başta olmak üzere birtakım etik sorunları beraberinde getirdiğinin altını çizmektedir.

Bahse konu uygulamaların algoritma ve büyük veri analizi kapsamında değerlendirildiğini hatırlatan Kayış, bu kavramların tanımını yaparak bunların çeşitli gelişmelerle ilişkilendirildiğini kaydetmektedir. Kayış, hasta takip uygulamalarının algoritmalarını etik açıdan üç kategoriye ayırmakta, bunları karmaşıklık ve opaklık, eşik bekçiliği, öznel karar alma olarak sıralamaktadır. Algortimaların ve büyük verinin günlük yaşamın bir parçası olduğunu ve basit Google uygulamasının bile büyük veri aracılığıyla işlediğini hatırlatan Kayış, salgın döneminde bunların kullanılarak elde edilen verilerin hızla işlenerek bilgiye ve siyasal karar almaya dönüştürüldüğünü vurgulamaktadır.

Kayış, salgınla mücadele kapsamında Çin’in uyguladığı yöntemlerden örnek vererek sadece kişisel verilere ihtiyaç duyan uygulamalar dışında kişilerin doğrudan verisine ihtiyaç duymayan uygulamaların da bu ülkede kullanıldığını ifade etmektedir. Çin örneğinde bahse konu ülkedeki bilim insanları tarafından hastanın gösterdiği semptom ve geçmişteki rahatsızlıkları göz önüne alınarak hangi hastaya tedavide öncelik verileceği konusunda yapay zeka alanında çalışıldığı benim bu yazıda ilgimi çeken noktalardan biri. Aslında Çin’in, kitaptaki diğer yazılarda da kısım kısım ifade edildiği gibi, salgının ilk çıktığı yer olmasından dolayı hazırlıksız yakalandığı COVID-19 pandemisine karşı verdiği mücadele bu yazıda da kısaca yer almaktadır. Salgın sürecinde hasta takibi gibi çeşitli uygulamaların mahremiyet başta olmak üzere etik ihlallere neden olduğu sesli bir şekilde dile getirilirken Kayış yazısında bu uygulamaların veri mahremiyetine sadık kalan olumlu örneklerinin de bulunduğunu vurgulamakta, bu örneğin Google Covid-19 Community Mobility Reports: Anonymization Process Description olduğunu açıklamaktadır. Bu uygulamanın nasıl işlediği hakkında bilgi de veren Kayış, COVID-19 pandemisinin diğer salgınlara göre tek farkını algoritmalara ve büyük veri analitiğine temellenmesi olarak belirtmektedir.

Kayış’ın yazısında hayatımızın bir parçası olan büyük veri ve algoritmaların pandemi sürecinde nasıl kullanıldığı, bu kullanımdaki etik ihlalleri ve COVID-19 salgınının dijital kültürde hasta takibi açısından nasıl yönetildiği ele alınmıştır. Yazı, mahremiyet açısından sürekli dillendirilen konuyu makro düzeyde kaleme alış biçimiyle farkındalık yaratma gayreti içerisindedir. Dijital kültürün birtakım etik ihlalleri de barındırdığı hatırlatmasında bulunulan yazıda, büyük veri ve algoritmalardan maksimum fayda sağlamak için kullanımı ve yorumlanmasında yeni medya okuryazarı olmanın önemine dikkat çekilmektedir.

Ertan Ağaoğlu’na ait “Salgın Sırasında Çevrimiçi Eğitim ve Dijital Eşitsizliklerin Pekişmesi” başlıklı yazı beşinci bölümün son yazısı. Ağaoğlu yazısına pandemi sürecinde yaşananları toplumsal açıdan ele alarak başlamaktadır. Benim de çalışma konularımdan olan teknik sermayeyi “dijital sermaye” olarak tanımlayan Ağaoğlu, yazısında eğitimdeki eşitsizlikler çerçevesinden dijital sermaye sahipliği/sahipsizliğini incelemektedir.

Eğitimin rolüyle ilgili genel bilgi veren Ağaoğlu, eğitim alanındaki eşitsizliğin salgın sürecinde daha da açıldığını vurgulayarak bunun nedenlerini sıralamaktadır. Ağaoğlu, yoksul ülkelerde yaşayanlar başta olmak üzere milyonlarca çocuğun eğitim alma hakkından yoksun olduğunu hatırlatmakta ve okulların pandemi sürecinde kapatılmasının birçok olumsuz sonuç doğurduğunu ya da uzun vadede doğuracağını vurgulamaktadır. Bu olumsuz sonuçları, başta sosyalleşme eksikliği olmak üzere çalışan ebeveynler için okulun çocuk bakım işlevi ve beslenme işlevi eksikliği, evde yalnız kalma şeklinde sıralayan Ağaoğlu, çoğu ebeveynin evde çocuğunu yalnız bırakmamak için işten ayrıldığını bunun da maddi sıkıntıya neden olduğunu anlatırken aslında birbiriyle bağlı olumsuz sonuçlar olduğunu vurgulamaktadır.

Çevrimiçi eğitimin gelişimi ile çeşidinden de bahseden Ağaoğlu, bu eğitime yöneltilen eleştiriler olduğunu kaydetmektedir. Ağaoğlu bu eleştirileri sıralayarak ne olursa olsun çevrimiçi eğitimin yüz yüze eğitimin yerini tutmayacağını vurgulayıp öğretmenlerin öğrenci üzerindeki kontrolü sağlayamayacağı, uygulama derslerindeki uygulamaların çevrimiçi ortamda yapılamayacağını ve özellikle sınavlarda birtakım olumsuz davranışların önüne geçilemeyeceğini dile getirmektedir. Eğitim eşitsizliğine dijital kültürde pandemi ile birlikte dijital eşitsizliğin de eklendiğinden bahseden Ağaoğlu, bu eşitsizliğin ekonomik eşitsizlik ile yakından ilişkili olduğunun araştırmacılar tarafından ortaya konduğunu belirtmektedir. Dijital becerinin ne olduğunu tanımlayarak dijital sermaye kavramına değinen Ağaoğlu, gelir düzeyi ile dijital beceri arasında doğru orantı olduğunun altını çizmektedir. Eğitim eşitsizliğinde eğiticilerin de durumunu yazısında ele alan Ağaoğlu eğitmenlerin de eğitim alan kesim kadar eşitsizliğe maruz kaldığını, bunun genellikle araç ve dijital becerilerin eksikliğinden kaynaklandığını dile getirmektedir.

Ağaoğlu’nun yazısında benim için odak noktası çok da fazla alanyazında olmayan eğitmenlerin dijital eşitsizlik içindeki konumudur. Öğrenci ve eğitmenlerin djital beceri ve eşitsizlik durumunu bir arada ele alan yazıda, eleştirel medya okuryazarlığının önemine değinilmektedir. Eleştirel medya okuryazarlığını ele alan Ağaoğlu, pandemi sürecinin gelecekteki iş yaşamı içerisinde gerekli olan bilgi ve beceriden mahrum kalacakları için sorunların ortaya çıkacağını kaydedip bunu önlemek için birtakım adımların atılması gerektiğini sıralarken aslında bu önerilerin yerine getirilmeyeceğinin de farkındadır.

Kitabın son bölümü olan Akıl-Doğa Karşıtlığı Olarak Pandemi Deneyimi başlıklıaltıncı bölümün tek yazısı Deniz Tansel İliç’in. “Akıl-Doğa Çatışması Olarak Koronavirüs Deneyimi” başlıklı yazıda; COVID-19 salgınını akıl ve doğa arasındaki bir savaş ve bu savaşın iki cephesi arasında tutacağı safın bilme konusunda yetkin olmayan insan öznesi üzerinden tartışılmaktadır. Yazısına insanın tüm organizmalar içerisinde doğasından en koparılmışı olduğunu vurgulayarak başlayan İliç, nesnel aklın öneminin altını çizmektedir.

İliç yazısında; insanoğlunun COVID-19 pandemisi gibi küresel felaketlerde nasıl konum alacağını bilmediğini belirterek bunun altında yatan temel sebebin de insanın kendini doğanın bir parçası olarak görmemesi olduğunu ifade eder. İliç, insanın günlük işleriyle çok meşgul olduğunu, kendi bedeniyle ilişki kurmaktan uzaklaştığını, kendi tikel çıkarına gömüldüğünü kaydederken insanın doğadan uzaklaşma nedenlerini bu şekilde sıralar.

Frankfurt Okulu’nun araçsal akıl eleştirisinden temellenen yazıda, bu okula ilişkin kısa bilgi verilerek nesnel aklın yerini Hobbes ve Locke gibi düşünürlerle birlikte öznel aklın aldığını, nesnel aklın güçsüzleştirildiğini yazan İliç, aracın amacın önüne geçtiğinin hatırlatmasını yaparak günümüzün kısa bir özetini sunmaktadır aslında. İliç, öznel akılla birlikte araçların artık amaçlardan daha değerli olduğunu kaydetmekte, özellikle koronavirüs salgını gibi deneyimlerin araçsal akla sahip otoritaryen, doğanın parçası olduğunu unutan kişilere doğayı hatırlatmak için yapılan bir çağrı, doğanın gücünü unutanlara bir cezası olduğunu savunmaktadır. Araçsal akla ilişkin eleştirisinde doğada her unsurun birbiriyle ilişkisinin olduğundan ve bunu öznel aklın göremediğinden bahseden İliç, nesnel akla göre insanın doğa ve doğal olduğunun vurgusunu yapmaktadır. İliç, doğanın; insan, hayvan, bitki olarak bir bütün olduğunu, bunun dışındaki düşüncelere sahip insanların kendini doğadan üstün görerek doğayla bütünleşmeyi reddetmelerinin boşa olduğunu, modern çağda doğadan tecrit edilmiş insanın her zaman doğaya geri dönme girişimleri olduğunu ifade ederken kesilen her ağacın, kirlenen havanın, tutsak edilen her havanın kendisi olduğunu onlara verilen her zararın bir gün kendisine döneceğini insanoğlunun er geç anlayacağını aktarmaktadır.

İliç’in yazısının kitabın son yazısı olmasında isabetli bir karardır. Kitap boyunca aktarılan konular bu yazıyla anlam bulmuş ve kitaba son nokta konmuştur. Aslında kitabın ana fikri gibidir bu yazı. Öznel ve nesnel akıl bağlamında insan-doğa ilişkisinin ele alındığı yazıda, insan-doğa bütünlüğünün gerekliliği COVID-19 pandemisi özelinde, küresel felaketlerin genelinde ele alınarak okuyucuya sunulmaktadır. Öznel akla getirilen eleştirinin temelindeki argümanları nesnel akıl savunusu ile ele alan İliç, yazısında pandemiyi bu yönüyle ele alarak okuru küresel felaketler konusunda düşünmeye sevk etmektedir.

Altı bölümden oluşan ve birbirine yakın konuları içeren yazıların bir bölümü oluşturduğu kitap, pandemiye ilişkin arka planı ve görülmeyeni sunmaktadır. Toplam 14 yazarın bir araya gelerek oluşturduğu kitap benim pandemiye ilişkin yaptığım araştırmalar içinde her konuya değinen, ele alınan konularda çok yönlü bir şekilde araştırma ortaya koyan yazılardan oluşmaktadır. Değerlendirmenin başında da belirttiğim gibi, birbiriyle bağlantılı alanlarda pandeminin ele alınmış olması bakımından kitap salgın sürecini araştıranlar ve ilgi duyanlar için önerebileceğim bir kaynak. 

Künye: Binark, M. ve Ünal, S. (Der.) (2022) Pandemi Günlerinde Medyanın Serencamı. Ankara: UMAG.


Size Karşı Casusluk Yapan Video Oyunlarının Sinir Bozucu Yükselişi[1]

Temmuz 3, 2022

Ben Egliston, Queensland Teknoloji Üniversitesi Dijital Medya Araştırma Merkezi’nde doktora sonrası araştırma görevlisi


Oyuncular, kendi psikolojik verilerinden oluşan bir zenginlik üretir ve bazı şirketler bu veriyi ele geçirir.

Teknoloji Devi Tencent’in geçen yıl Çin Devleti’nin ülkedeki oyunlara yüz tanıma teknolojisi dâhil etme direktifine uyacağını açıklamasıyla ortalık karışmıştı. Bu eylem, Çin’in reşit olmayanların ne sıklıkla video oyunu oynayabileceklerini sınırlayan katı oyun düzenleme politikalarıyla uyumluydu. Oyun oynamak devlet tarafından “manevi afyon” olarak nitelendiğinden bağımlılık yapan davranışları engelleme çabası da denebilir.

Devletin halkı denetlemek için biyometrik verileri kullanması elbette istilacıdır. Özellikle reşit olmayan kullanıcıların mahremiyeti baltalanıyor da denebilir. Ancak Tencent, oyuncularını takip eden tek video oyunu şirketi değil. Tüm dünyada, en popüler olarak benimsenen dijital medya kullanımlarından biri olan video oyunları gözetleme ve kontrol ağları kuruyor.

En basit ifadeyle video oyunları, el hareketi veya jest gibi fiziksel girdileri çeşitli elektronik makineler tarafından okunabilen çıktılara çeviren sistemlerdir. Kullanıcı, oyunun kurallarına ve donanımın özelliklerine uygun davranışlarda bulunarak video oyunu tarafından veri olarak ayrıştırılır. Neredeyse on yıl önce sosyologlar Jennifer R. Whitson ve Bart Simon, oyunların insan eyleminin kolayca bilinebilir ve öngörülebilir biçimlere indirgenmesine izin veren sistemlere dönüştüğüne değinmişlerdir.

O halde video oyunları izlemek için doğal bir ortamdır denebilir. Araştırmacılar, oyuncuların oyun etkinliklerinde yer alan büyük veri kümelerinin, oyuncu psikolojisini anlamada zengin bir kaynak olduğunu uzun süredir tartışmaktadırlar. 2012’de yapılan bir çalışmada, Nick Yee, Nicolas Ducheneut ve Les Nelson, World of Warcraft Armory web sitesinde kaydedilen oyuncu etkinliği verilerini taradılar. Esasen bu veriler (öldürdüğü canavarlar, kaç kez öldüğü, kaç balık tuttuğu vb.) bir oyuncunun karakterinin oyunda yaptığı her şeye yönelikti.

Araştırmacılar bu verileri kişilik özelliklerini çıkarmak için kullandılar (bir anket yoluyla elde edilen verilerle birlikte). Örneğin makalede oyun oynama yaklaşımlarında daha vicdanlı olarak sınıflandırılan katılımcıların balık tutmak gibi tekrarlayan ve sıkıcı oyun içi görevlere daha fazla zaman ayırma eğilimi olduğu tespit edilmişti. Yine katılımcılara göre karakterleri yüksek yerlerden düşerek ölenlerin daha az vicdanlı olduğu ortaya çıkmıştı.

Kişilik ve nicel oyun verileri arasındaki korelasyon kesinlikle sorunsuz değildir. Kişilik ile kimlik ve video oyunu etkinliği arasındaki ilişki karmaşık ve kendine özgüdür. Örneğin, araştırmalar oyuncu kimliğinin cinsiyet, ırk ve cinsel kimlikle kesiştiğini öne sürüyor. Ek olarak, Büyük Veri’nin korelasyona dayanan yeni bilgi üretimi iddialarına karşı genel bir tepki vardır. Buna rağmen oyun şirketleri, bir oyuncunun neyi sevdiğini, nasıl oynadığını, ne oynadığını, muhtemelen neye para harcayacağını (freemium oyunlarında), nasıl ve ne zaman doğru içeriği sunacaklarını anlamak için büyük veri setlerinin değerini giderek daha fazla anlıyor.

Kaç tane video oyunu şirketinin oyuncularını oyun içinde gözetlediğine dair bir rakam olmasa da (yakın tarihli bir makalede yer aldığı gibi Epic, EA ve Activision gibi büyük yayıncılar ve geliştiriciler, lisans sözleşmelerinde kullanıcı verilerini topladıklarını açıkça belirtmiştir), oyun geliştiricileri tarafından kullanılan “veri analizi” araçları satan firmalardan oluşan yeni bir endüstri ortaya çıkmıştır. Bu veri analizi araçları, geniş ölçekte veri analizi kullanımı yoluyla kullanıcıları sürekli tüketime daha uygun hale getirmeyi vaat ediyor. Bir zamanlar yalnızca en büyük video oyun stüdyolarında kullanılabilen bu tür analizler, verileri yakalamak, temizlemek ve analiz etmek için veri bilimcileri ve şirket içi analitik araçları geliştirmek için yazılım mühendislerini işe alıyor.  Bu tür analizler, artık tüm endüstride yaygın olarak kullanılıyor ve Unity, GameAnalytics veya Amazon Web Services gibi şirketlerin olduğu kalabalık bir pazarda rekabet avantajı sağlayan erişilebilir araçlara tekabül ediyor (her ne kadar yakın tarihli bir çalışmanın gösterdiği üzere bu araçların gerçekten ne ölçüde “erişilebilir” olduğu sorgulansa da… Bunları anlamak için teknik uzmanlık (uygulanması için zaman gerekir) Veriye dayalı içgörüye yönelik talep arttıkça, farklı hizmetler de artmıştır. Sadece son birkaç yılda düzinelerce araç, oyun geliştiricilerine farklı içgörü biçimleri sağladı. Tek bir araç şirketlerin kalite güvence testlerini dışarıdan temin etmesine ve sonuçlara ilişkin veriye dayalı içgörüler sağlamasına olanak tanır. Bir diğeri, oyuncu değerini anlamak ve elde tutmayı (ve yüksek harcama yapanlara odaklanarak harcamayı artırmayı) en üst düzeye çıkarmak için yapay zekâyı kullanıyor.

Geliştiriciler, oyunlarını (oyuncular belirli bir noktada aşırı sinirleniyor ve ölüyor olabilir, bu da oyunun çok zor olabileceğini gösterir) veya para kazanma stratejilerini geliştirmek için (ekstra canlar gibi uygulama içi satın alımları teşvik etmek) bu ara yazılım şirketlerinden gelen verileri kullanabilir. Ancak verilerimiz, yalnızca tasarımda ince ayar yapan video oyunu şirketleri için değerli değildir. Giderek artan bir şekilde, video oyunu şirketleri hedefli reklamlar aracılığıyla kullanıcının dikkatini çekmek için bu verilerden yararlanmaktadır. 2019 eMarketer raporunun öne sürdüğü gibi video oyunlarının bir reklam aracı olarak değeri yalnızca büyük ölçekli izleyici verilerine (Unity reklam ağının milyarlarca kullanıcıya yönelik iddiası gibi) erişimde değil, aynı zamanda oynanabilir ve ödüllü reklamlara erişenlerle de ilgilidir.

Bu reklamlar, kullanıcı kazanımını kolaylaştırmak (diğer oyunlar veya uygulamalar için reklamlar) ve giderek artan bir şekilde marka reklamcılığı gibi sayısız amaca hizmet eder. Dijital reklam devleri Google ve Facebook’un yaklaşımına benzer şekilde, platform kullanıcıları tarafından oluşturulan gerçek kullanıcıların verilerinde olduğu gibi (tıklamalar, kaydırmalar, beğeniler, beğenmemeler, satın almalar, hareketler, davranışlar, ilgi alanları vb.) video oyunu şirketleri, oyunlarında yer alan milyarlarca etkileşimi yeni gelir akışları yaratmak için kullanmaya çalışıyor. Bu şirketler, kullanıcılarının gözlerini (ve oynanabilir reklamlarla birlikte parmaklarını) reklamcılara satar ve reklamverenin veya reklamverenin adına çalışan yazılımın özelliklerine göre kullanıcıları reklamverenlerle en iyi şekilde eşleştirmek için verileri harekete geçirir.

Video oyunlarının veri zenginliği, video oyun endüstrisinin oyuncuların dikkatini şekillendirme girişimlerinin ötesinde bir etkiye de sahip. Oyunların mantığı, işlevleri oyunlaştırmak ve başka türlü gönüllü olarak verilmemiş olabilecek bilgileri elde etmek için kullanılır. Gerçekten de, Yee ve meslektaşlarının World of Warcraft oyuncu motivasyonu üzerine yaptığı çalışma, toplumda oyunlaştırmanın büyümesi etrafında kullanıcı etkinliği ile duygu veya kişilik arasında ilişki kurmanın değerini çerçeveliyor. İnsanların belirli şekillerde nasıl ve neden oyun oynadığını daha iyi anlamak, yazarların önerdiği gibi oyun bağlamının ötesinde oyun benzeri arayüzlerin nasıl çekici hale getirileceğini daha iyi anlamaktır.

Örneğin, Go365 sağlık sigortası uygulaması, kişiselleştirilmiş sigorta profilleri (daha karlı) geliştirmek için puanların ve ödüllerin oyunlaştırma mantıklarını kullanarak, kullanıcılardan kan şekeri seviyeleri, uyku döngüsü, diyet, içki içip içmedikleri, sigara içip içmedikleri veya daha geniş aile tıbbi geçmişleri gibi bilgiler istedi. Belirlenen bu risk kategorileri bazılarını belirli sigorta türlerinden neyin alıkoyduğunu veya primlerini artırmaya neyin teşvik ettiğini öğrenmeye hizmet etmiştir.

Çeviren: H.Hüseyin Kayış, Aksaray Ünv. İletişim Fakültesi

[1] https://www.wired.com/story/video-games-data-privacy-artificial-intelligence/