“Information Seeking and Information Evaluation of Older Adults in the Covid-19 Process” E-Book

Ocak 22, 2022

The e-book of the research project titled “Information Seeking and Information Evaluation of Older Adults in the Covid-19 Process”, numbered 120k613 which was supported by TÜBİTAK-SOBAG 1001 Scientific and Technological Research Projects Support Program, has been published by Senex: Association for Aging Studies in English, within the scope of open science open access policy.

For access:

https://senex.org.tr/tr/publications.aspx

https://www.researchgate.net/publication/358037084_Information_Seeking_and_Information_Evaluation_of_Older_Adults_in_the_Covid-19_Process

https://www.academia.edu/69147238/Older_Adults_and_Information_Technologies_Information_Seeking_and_Information_Evaluation_of_Older_Adults_in_the_Covid_19_Process

Geçtiğimiz aylarda Senex Yaşlanma Çalışmaları derneği tarafından yayımlanan; TÜBİTAK-SOBAG 1001 Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Projelerini Destekleme Programı desteğiyle yürütülen 120k613 numaralı “Covid-19 Sürecinde Yaşlıların Enformasyon Arayışı ve Enformasyon Değerlendirmesi” başlıklı araştırma projesinin bulgularının paylaşıldığı e-kitabın İngilizce versiyonu yine Senex tarafından açık bilim açık erişim politikası kapsamında yayımlanmıştır.

Erişim için:

https://senex.org.tr/tr/publications.aspx

https://www.researchgate.net/publication/358037084_Information_Seeking_and_Information_Evaluation_of_Older_Adults_in_the_Covid-19_Process

https://www.academia.edu/69147238/Older_Adults_and_Information_Technologies_Information_Seeking_and_Information_Evaluation_of_Older_Adults_in_the_Covid_19_Process


Yeni Medya Çalışmaları V. Ulusal Kongresi (4-5 Kasım 2021) Nasıl Geçti : Değerlendirme

Ocak 19, 2022

 Yazarlar: Dr. Tuba Sütlüoğlu ve Meral Tosun

Sunuş

Yeni Medya Çalışmaları V. Ulusal Kongre, “Medya Yakınsaması Çağında Kültürel Akış(lar) ve Hareketlilik” temasıyla, 4-5 Kasım 2021 tarihlerinde Adana’da, Adana Barosu Tesislerinde gerçekleştirildi. COVID-19 pandemisi nedeniyle hibrit nitelikte gerçekleştirilen kongreye yüz yüze ve çevrimiçi katılım sağlandı. Alternatif Bilişim Derneği’nin öncülüğünde düzenlenen kongrenin açılış konuşması, Dernek Başkanı Avukat Faruk Çayır tarafından yapıldı. 

Çayır, konuşmasına, Alternatif Bilişim Derneği’nin kurulduğu günden bu yana yeni medyanın olanakları, sosyal etkileri ve sorunlarına odaklanan çalışmalarla farkındalık yaratmaya çalıştığını; yeni medya teknolojileri ve sosyal medya platformlarının salt bir tüketim ve teşhir aracı olarak görülmesi ve kullanılmasına karşı, yeni bir iletişim kültürünün gelişmesi için çaba sarf ettiğini ifade ederek başladı. Hayatı çepeçevre saran teknolojilerin gözetim/denetim toplumu yaratma çabalarına ve bu çerçevede bireyin temel hak ve özgürlüklerini sınırlandırma süreçlerine karşı verdikleri mücadelede amaçlarının, teknolojinin ve internetin insanı ve toplumu daha fazla özgürleştirmesi olduğunu belirtti. İnternetin düşünce, inanç ve ifade özgürlüğünün kullanılmasında daha etkin biçimde rol almasını sağlamak için çalışmalar yaptıklarını; internet dolayımıyla gerçekleştirilen her türlü iletişim ve paylaşım etkinliklerinin istenmeyen kişilerce izlenmesi ve kayıt altına alınmasına karşı, güvenli iletişim hakkını savunduklarını ifade etti. Çayır, dijital teknolojilerin ve internetin dünyayı küresel bir köye dönüştürdüğü düşüncesiyle, kapitalist kâr hırslarıyla hareket eden uluslararası büyüklükteki medya şirketlerinin ve platformların, mevcut toplumsal eşitsizlikleri ve dijital eşitsizlikleri derinleştirmesine rağmen umutlu olunması gerektiğine işaret etti. İnternet teknolojileri ve sosyal ağların; yönetim/siyaset üzerinde baskı kurabilme ve böylece karar alma süreçlerini olumlu anlamda yönlendirebilme potansiyeli ile küresel olanın yerelle, yerelin küreselle buluşmasını sağlayan yeni olanakları ve yeni umutları da beraberinde getirdiğini vurguladı.

Konuşmasında, COVID-19 pandemisi süresince yaşanan sıkıntılara da kısaca değinen Çayır, bu zorlu dönemde, uzaktan dahi olsa dernek olarak bir araya gelmeye ve üretmeye devam ettiklerini belirterek; çevrimiçi platformlar hakkında çeşitli incelemelerde bulunduklarını, pandemi sürecinde ilk kez tanışılan temas takip uygulamaları hakkında ve sosyal medya ortamlarında artan ayrımcılık ve nefret söylemleri hakkında raporlamalar yaptıklarını; yeni medya alanında çalışmalar yapan sivil toplum örgütleriyle ortak programlar düzenlediklerini ve yasal düzenlemelere ilişkin kamuoyu oluşturulması için çaba sarf ettiklerini ifade etti. Genç akademisyenlerin alana dair yaptığı çalışmaları kitaplaştırdıklarını ve uluslararası alanda önemli yere sahip Etik Web Geliştirme ve Bakım Kılavuzu ve İnternet Araştırmaları Etik Kılavuzu gibi kitapçıkları Türkçe’ye çevirdiklerini belirterek, söz konusu yayınları elektronik kaynak olarak özgürce dolaşıma açtıklarının altını çizdi. “Bilgi paylaştıkça çoğalır ve bilgiye erişmek özgürlüktür” vurgusuyla, kongrede paylaşılacak bilgi ve birikimlerin gelecek için umut verdiğini söyledi. 

Açılış konuşmasından hemen sonra mikrofonu alan isim Giresun Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi ve kongre düzenleme kurulu üyesi Prof. Dr. Günseli Bayraktutan oldu. Bayraktutan, Yeni Medya Ulusal Kongresi’nin 2013 yılından bu yana düzenli şekilde yapılarak kurumsallaşma kazandığını; bu süreç içerisinde farklı araştırmacı topluluklarını, sivil toplum örgütlerini, bağımsız araştırmacıları ve diğer tüm bileşenleri heyecanlandırmaya devam ettiğini belirtti. Kongrenin bu yıl hibrit nitelikte gerçekleştirilmesinin en başta gelen nedeninin pandemi olduğunu; fakat hibrit katılım imkânının, bu yılki “Küresel Akış(lar) ve Hareketlilik” temasıyla da uygun olduğunu ekledi.  Zor pandemi koşulları altında da olsa, Yeni Medya Ulusal Kongresi’nin beşincisinin gerçekleştirilmesini, kongrenin değişen temaları altında hep var olan “umut” temasını gösteren önemli bir işaret olarak nitelendirdi. Düzenleme sürecindeki destekçilere, bilim kurulunda yer alarak hakemlik görevinde bulunanlara, bildiri özetleri ve sunumlarıyla katkı sunan katılımcılara ve kongrede emeği geçen tüm bileşenlere teşekkür ettikten sonra sözü, “TikTok, Görünürlük Edimli Emek ve Sosyal Hareketler” adlı sunumunu gerçekleştirmek üzere, Curtin Üniversitesi’nden davetli konuşmacı Dr. Cyrstal Abidin’e bıraktı. 

Davetli Konuşmacı: Crystal Abidin 

Crystal Abidin’in konuşmacı olduğu oturuma Doç. Dr. Aslı Telli Aydemir başkanlık etti.  Konuşmacı, “TikTok, Görünürlük Edimli Emek ve Sosyal Hareketler” adlı sunumunu, 2022 yılında yayımlanacak “TikTok and Youth Cultures” başlıklı kitabı kapsamında gerçekleştirdi. Abidin, görünürlük emeği ve toplumsal hareketler konusuna geçmeden önce, konuşmasına, Güneydoğu Asya, Asya Pasifik gibi farklı bölgelerde yapmış olduğu çalışmalardan kısa bilgiler vererek başladı. COVID-19 pandemisinden hemen önce Tokyo, Şanghay ve Hong Konk’ta influencer kültürüne yönelik olarak gerçekleştirilen; gençlerin TikTok ve diğer canlı akış (streaming) uygulamalarını nasıl kullandıklarına odaklandığı araştırmasına değindi. Sunumunda, influencerlar için hazırlanmış stüdyolardan fotoğraflar da paylaşan Abidin, bir antropolog olarak influencerların içerik üretim süreçlerine katıldığını, video çekim süreçlerinde onları izlediğini ve takip ettiğini ifade etti.Konuşmacı daha sonra, görünürlük edimli emeğin TikTok’ta nasıl oluştuğunu ve TikTok’taki sosyal hareketlerin içeriği ve sınırlılıklarını aktardığı konuşmasına geçti. TikTok’un gelişim hikâyesine de kısaca değinen konuşmacıya göre, araştırmaları, TikTok’un benimsenme sürecinin COVID-19 pandemisi sürecinde hızlandığını göstermişti. Yeni bir uygulamaya geçme noktasında insanların çoğunlukla isteksiz olduğunu fakat kriz iletişiminde bu tür uygulamaların önemli hâle geldiğini ifade eden Abidin, bu süreçte TikTok’un benimsenmesinin kolaylaştığını dile getirdi.  Abidin’e göre, diplomatik gerilimlerin gölgesinde tartışılan, algoritmaları tartışma konusu hâle gelen TikTok, kurucusunun Çinli olmasının da etkisiyle, piyasaya sürüldüğü ilk dönemlerde bir tür tekno-şarkiyatçılığa maruz kaldı. Bu bağlamda, etnosantrik bir bakış açısıyla yapılan; otoriterlik, mahremiyet ve ahlakçılık konuları etrafında dönen pek çok tartışma ile TikTok’un Amerika’da yasaklanıp yasaklanmayacağına ilişkin soru işaretleri gündeme geldi. Silikon Vadisi uygulamaları ile TikTok arasındaki rekabete de değinen konuşmacı; “Instagram Reels” ile “YouTube Shorts” denilen kısa videolar yaratma özelliğinin TikTok’a yanıt olarak geliştirilen hizmetler olduğunu söyledi ve tekno-şarkiyatçılık meselesinin birçok alanda karşımıza çıkabildiğinin altını çizdi.

Abidin, sunumunun devamında 2000-2010 yılları arasındaki internet kültürü ve 2010 sonrası internet kültürü arasında bir karşılaştırma yaptı.  Bu noktada, “ağlaşmış kamular” (networked publics) ve “kırılmış kamular” (refracted publics) kavramlarından bahsederek, özellikle 2010 sonrası internet kültürü içerisinde, herkesin dikkatleri kendi üzerine çekmeye çalıştığı aşırı rekabetçi bir dikkat ekonomisinin hâkim olduğunu belirtti. Kırılmış kamuların temel özellikleri (1) geçicilik (transience), (2) keşfedilebilirlik (discoverability), (3) kodların çözülebilirliği (decodability) ve (4) silososyallik (silosociality) olarak ifade edildi[1]. Daha uçucu, gelip geçici ve takip edilmesi zor içeriklerin öne çıkmaya başlaması; kullanıcının bir içeriğe bakarken birdenbire kendini çok farklı bir içerikle karşı karşıya bulması; çok daha fazla insan için erişebilir ve çözülebilir kodlara sahip olan fakat bir yandan da, ilk bakışta herkes için çok anlam ifade etmeyen içeriklerin yaygınlaşması; özellikle TikTok üzerinde silososyallik olarak nitelendirilebilecek çok farklı grupların  ortaya çıkmış olması 2010 sonrası internet kültürü içerisindeki “kırılmış kamular”ın en belirgin özellikleri olarak sunuldu[2].

Konuşmacı, estetik odaklı bir tartışma da yürüttü. Buna göre, TikTok’taki görünürlük, mükemmellik çabasının asgaride kaldığını, gündelik hayattan gelişigüzel paylaşımların yapıldığını göstermekteydi. TikTok’ta kullanıcıların birkaç saniyelik hikâyeleştirilmiş içerikler gördüğünü belirten Abidin, bu özelliğin TikTok’u YouTube ve Netflix gibi çoklu içerikler arasından seçim yapmayı gerektiren platformlardan farklı kıldığını vurguladı. TikTok’u özel kılan bir başka unsurun ise “audiomeme”ler olduğu; bu şablonlar sayesinde kullanıcıların, müziğin ritmine göre kendi hikâyelerini anlatabildiği belirtildi. Söz konusu şablonların çeşitli şekillerde organize edilebildiği ve sıralanabildiği, böylece aynı müziği veya şarkıyı kullanan tüm videoların bir arada görülebildiği ifade edildi. Konuşmacı, görünürlük meselesinin TikTok’ta ne şekilde yönetildiğine ilişkin sunduğu ampirik verilere geçmeden önce ise, öncelikle görünürlük emeğini tanımladı. Görünürlük emeği; potansiyel işverenler, takipçiler, hayranlar ve diğer izleyiciler tarafından fark edilmek, onlar üzerinde olumlu bir algı bırakmak ve bir etki yaratmak amacıyla kullanıcıların kendilerini sunma işi şeklinde ifade edildi. Görünürlük emeği ve algoritmik görünürlük arasındaki farkı vurgulayan Abidin, algoritmik görünürlükten farklı olarak görünürlük emeğin, sıradan kullanıcıların seçkin kullanıcılarca fark edilmek amacıyla gerçekleştirdiği analog duygusal emekle ilgili olduğunu söyledi. Sosyal hareketler açısından bakıldığında ise, TikTok’un düşünümsellik, kendini ifşa ve mücadele konularında tartışılması gereken farklı boyutları olduğunu dile getirdi. Tıbbi bilgilerin, günlüklerin veya mahrem anların paylaşılmasının teşhircilik fiili bağlamında tartışma konusu edildiğini söyledi. Özellikle karantina dönemindeki paylaşımlardan örnekler sunan konuşmacı, bu süreçte modanın ve pandeminin iç içe geçtiği durumlardan kesitler sundu. Bu bağlamda, tıbbi tedavi sürecindeyken bir taraftan moda gösterilerini sürdürmeye çalışan ünlü ve yarı ünlülerin çalışmaları örnek gösterildi. Çoğu kişinin dikkat çekmek için rekabet ettiği bir akış ekonomisi içerisinde olduğu noktasına vurgu yapan konuşmacı, bu nedenle çok farklı türden paylaşımların yapılabildiğinin altını çizdi. Sözgelimi, yine kapanma döneminde, kimi kullanıcıların kapanma içerikli paylaşımlarda bulunduğunu, kimi kullanıcılarınsa pandemi öncesinde olduğu gibi sıradan hayatlarından kesitler paylaşmaya devam ettiklerini ifade etti. Bu anlamda, TikTok’ta kamusal/ammesel (demotic) bir çeşitlilikten bahsedilebileceğini, fakat erişim düzeylerinin farklılaşması noktasında bu kamusal çeşitliliğin her zaman demokratik olmadığının da akılda tutulması gerektiğini vurgulayarak konuşmasını noktaladı.

Crystal Abidin’in konuşmasına gelen sorular doğrultusunda, farklı coğrafyalarda TikTok’a karşı duyulan nefretin kaynağının ne olduğu tartışıldı. Abidin, TikTok’a duyulan toplumsal ve politik nefretin kaynağını, onun daha az kontrol edilebilir ve sansürlenebilir olmasıyla ilişkilendirerek yorumladı. 

I. Oturum: Yeni Medyada Küreyerel Akışlar 

Yeni Medya Çalışmaları V. Ulusal Kongre’nin ilk oturumu, “Yeni Medyada Küreyerel Akışlar” temasıyla Prof. Dr. Hasan Akbulut’un oturum başkanlığında gerçekleşti ve oturumda beş bildiri sunuldu. 

Oturum, Alptekin Keskin’in “Sosyolojik Açıdan BTS’in Müzik Sahnesi: Mama 2020 ‘Life Goes On’ Performansının Netnografik Analizi” başlıklı bildirisiyle başladı. Bildiri, Güney Kore popüler kültürü Hallyu’nun parçası K-Pop gruplarının en popülerlerinden biri olan Beyond The Scene (BTS) grubunun 6 Aralık 2020 tarihinde Mnet Asya Müzik Ödülleri’nde sergilediği “Life Goes On” şarkısının sanal müzik sahnesini konu almaktaydı. Howard S. Becker’ın “sanat dünyaları” kavramına referans verilen araştırmanın amacı; “Life Goes On” şarkısının izleyiciler üzerindeki etkisini, izleyicilerin bu performansa hangi anlamlar yüklediğini ve onlar nezdinde hangi duygulara karşılık geldiğini ortaya koymak olarak ifade edildi. Bu amaç doğrultusunda, söz konusu performansın, Mnet K-Pop YouTube kanalındaki videosuna yapılan yorumlarının netnografik analizle incelendiği ve analiz sonucunda, izleyici yorumlarının 7 kategoriye ayrıldığı söylendi. Bu kategoriler; Yoongi’nin hologram ile yansıtılmasından dolayı mutluluktan ağlayanlar, performansı muhteşem/etkileyici görenler, BTS grubu üyelerini güzel/yakışıklı görenler, BTS grubu üyelerini sevimli/tatlı görenler, BTS grubuna/üyelerine âşık olanlar, BTS grubu üyelerini prens/kral gibi görenler ve BTS üyelerini melek olarak görenler şeklinde sıralandı. BTS’in, Augmented Reality (AR) ve Extended Reality (XR) teknolojileri yardımıyla gerçek üstü bir atmosfer yarattığını ve yaratılan bu sanal sahnenin grup ve hayranları birbirine daha çok yaklaştıran bir işlev gördüğünü ifade eden Keskin; hem bu teknolojilerin hem de ünlülerin sanal avatarlarının sanal müzik sahnesine yeni bir boyut kazandırdığını söyledi. 

Oturumun ikinci sunuşu, “Yerel-Küresel Etkileşiminde Mitsel Bir Kadın Erginlenmesi Anlatısı: Atiye Üzerine Bir İnceleme” isimli bildirisiyle Çiğdem Yasemin Ünlü tarafından gerçekleştirildi. Çalışmada, küresel dijital yayın platformu Netflix’te yayınlanan ve temelde bir kadının içsel dönüşümünü ve ruhsal olgunlaşma sürecini anlatan Atiye dizisi, küresel yerel etkileşiminin ve mitsel anlatıların bir örneği olarak incelendi. Sunuşta, mitsel bir kadın erginlenmesi anlatısına odaklanıldı ve “bu türden anlatıların günümüzde nasıl bir bağlamda okunabilmesi mümkündür?” sorusuna yanıt arandı. Çalışma, Appadurai’nin küresel kültürel akış teorisi içindeki “medya alan” kavramı ve Lévi-Strauss’un mitlerin evrensel ortaklığı bulunduğuna dair düşünceleri çerçevesinde ele alındı. Dizinin üç sezonundaki tümbölümlerin betimsel analiz yöntemiyle çözümlendiği araştırmada, içerikten hareketle oluşturulan ve dizinin analizinde kullanılan temalar; kadın hayatının donuklaşması, uyanış ve harekete geçme, içsel yolculuk, direniş ve mücadele, yaşam-ölüm-yaşam dengesi şeklinde ifade edildi. Ünlü, analiz sonucunda dizinin, ataerkil ve kapitalist toplumsal düzenin kadın yaşamında yarattığı yabancılaşmayı sorunsallaştıran mitsel anlatılarla okunabileceğini belirtti. Dizide, toplumsal düzenin neden olduğu yabancılaşma sorgulanmasına karşın, affederek ve severek hayata bağlanıldığında her şeyin yoluna gireceğini vaat eden mitsel anlatıların da yayıldığını vurgulayan konuşmacı, bu tür anlatıların müşterek bir direnişe imkân tanıyacak ruh hali oluşturmaktan uzak olduğunun altını çizdi. 

              Sıradaki sunuş, “Kore Yemek Kültürünün Diziler Üzerinden Türk İzleyicisine Kültürel Aktarımı: Netflix Örneği” başlıklı bildirisiyle Kumsal Kınay’a aitti. Çalışmada, Kore popüler kültürü Hallyu’nun bir ürünü olarak değerlendirilen Kore dizileri ve bu dizilerde Kore kültürünün tanıtılması amacıyla sunulan Kore yemekleri konu edinildi.  Çalışmada, Screen Rant isimli çevrimiçi haber sitesinin hazırladığı IMDb’ye göre, Netflix’in ‘2020 yılının En iyi 5 Kore Dizisi’ listesinde yer alan yayınların araştırma kapsamına alındığı belirtildi. Bu doğrultuda Itaewon Class, Run On, The Uncanny Counter, It’s Okay To Not Be Okay ve Hospital Playlist dizilerinden en az birini izlemiş olan 25-35 yaş aralığındaki 5 kadın izleyici ile derinlemesine görüşmeler gerçekleştirildiğini ifade eden konuşmacı; çalışmada, Kore yemek kültürünün dizilerdeki aktarımı neticesinde, izleyicilerin nasıl etkilendiğinin ele alındığını ve konunun yerelden küresele kültürel akışlar çerçevesinde değerlendirildiğini vurguladı. Araştırma bulgularında ise, dizilerde sunulan yemeklerin yerel kültürü yayma konusunda önemli bir araç olduğunun; izleyicilerin diziler üzerinden Kore yemek kültürü hakkında bilgi edindiğinin ve dizilerde sunulan yemekleri tatma ve edinebildikleri malzemelerle hazırlama isteği duyduklarının altı çizildi. Kınay, dizilerin izleyicileri Kore kültürüne yaklaştırdığını ve kendilerinde ülkeyi ziyaret etme isteği uyandırdığını da ekledi. 

Oturumun dördüncü sunuşu, “Ulusötesi İlişkiler Ağının Kurulması ve Göç Sonrası Uyum Süreçlerinde Suriyelilerin Yeni Medya Pratikleri” başlıklı bildirileriyle Tuba Sütlüoğlu ve Sait Vesek’e aitti. Türkiye’de yaşayan geçici koruma statüsündeki Suriyelilerin sosyal medya kullanım pratiklerini ortaya koymayı ve söz konusu ortamların göç etme davranışları ve göç sonrası uyum üzerindeki etkilerini anlamayı amaçlayan çalışmanın teorik çerçevesi, göç teorilerinden biri olan İlişkiler Ağı Teorisi ve Appadurai’nin küreselleşme analizinde ele aldığı “etno-mekân” ve “tekno-mekân” kavramları çerçevesinde oluşturuldu. Nitel yöntem ve fenomenolojik desenin benimsendiği araştırma kapsamında, Gaziantep ilinde yaşayan ve yaşları 20ila 56 arasında değişen toplam 12 Suriyeli ile yarı yapılandırılmış görüşmeler gerçekleştirildiğini ifade eden Sütlüoğlu; sosyal medya uygulamalarının Gaziantep’te yaşayan Suriyeliler için; (1) göçe karar verme süreçlerinde, (2) göç sonrası sosyal uyumun sağlanması süreçlerinde ve (3) kendi kültürlerini sürdürme süreçlerinde kritik öneme sahip olduğunun altını çizdi. Suriyelilerin, kullandıkları sosyal medya uygulamalarında dil seçimlerini çoğunlukla Arapça ve İngilizce olarak düzenledikleri; YouTube, TikTok gibi uygulamaları Türkçe öğrenmek amacıyla kullandıkları belirtildi. Sosyal medya ortamlarının, özellikle bu ortamlarda kurulmuş olan gruplar üzerinden, işgücü piyasasına katılabilmek, dayanışma ve yardımlaşma ağlarına dahil olabilmek, vatandaşlık kazanma süreci başta olmak üzere, hukuki hakları ve sorumlulukları ile ilgili bilgi edinebilmek ve Türkiye’de doğan/büyüyen Suriyeli çocuk ve gençlere Arapça öğretebilmek amacıyla kullanıldığı ifade edildi. 

Oturumdaki son sunuş “Diasporik Toplulukların Sosyal Medya Kullanımı Üzerine Nitel Bir İnceleme: Almanya ve Fransa’da Yaşayan Vartolular Örneği” başlıklı bildirisiyle Zeynep Zelal Kızılkaya’ya aitti. Sunuşta, diasporik toplulukların anavatanla ilişkilerini sürdürme noktasında yeni iletişim teknolojilerinin oynadığı rol değerlendirildi. Anayurtla olan ilişkinin ve kolektif hafızanın sürdürülmesinde; etnik ve kültürel bilincin inşa edilmesinde sosyal medya ortamlarının önemli olduğu vurgulandı; bu ortamlar vasıtasıyla hazırlanan etkinlik ve organizasyonlar dijital aktivizm örneği olarak ele alındı.  Çalışmanın amacı, diasporik bir topluluk özelliği gösteren Avrupa’daki Vartoluların anayurtla ilişkilenme, kimlik edinme ve kolektif hafıza inşa süreçlerini sosyal medya kullanımları üzerinden anlamak şeklinde ifade edildi. Çalışmada nitel araştırma yöntemini kullandığını söyleyen konuşmacı, bu çerçevede, Aralık 2020-Ocak 2021 tarihlerinde, Almaya ve Fransa’da yaşayan, 9 kadın ve 5 erkek olmak üzere toplam 14 Varto’lu ile çevrimiçi derinlemesine görüşmeler gerçekleştirdiğini, ek olarak, çevrimiçi etnografi tekniğini kullandığını belirtti. 9 kadın ve 5 erkek katılımcının hepsinin birinci kuşak göçmenlerden oluştuğunun; 2’sinin Alevi ve kalan 12’sinin ise Sünni olduğunun altı çizildi. Araştırma sonucunda, üç katılımcının yalnızca WhatsApp kullandığı, kalan katılımcıların ise WhatsApp ilebirlikte Facebook, Instagram ve YouTube kullandığı; özellikle Facebook’un, görüşülen Vartolular için çok önemli bir sosyal medya ortamı olduğunun altı çizildi. Facebook’un grup oluşturma vb. özellikleri ile kültürel kimlik inşa etmede önemli bir araç rolü oynadığı vurgulandı. Zelalkaya; sosyal medya ortamları sayesinde, görüşmecilerin anayurtla ve diasporadaki diğer topluluk üyeleriyle kurulan bağlarını derinleştirdiğini; bilişsel bir anayurt tahayyülü kurabilmelerine imkân verdiğini; hemşehri Facebook sayfa içeriklerinin, diasporik topluluğun etnik ve kültürel kimlik örüntülerini inşa etmesine ve böylece kolektif hafızanın inşasına ve sürdürülmesine katkı sağladığını ifade etti. 

Oturum sonunda ilk soru Kumsal Kınay’a geldi. Soru, seyircilerin Kore dizilerini izledikten sonra Kore yemeklerini tatmak için bir girişimde bulunup bulunmadıkları üzerineydi. Kınay, diziler izlendikten sonra yemeklere karşı bir merak uyanması durumunda bunun gerçekleştiğini, özellikle büyük şehirlerde yaşayan katılımcılar arasında Kore restoranlarına gidenlerin bulunduğunu söyledi. Restoranlara ulaşamayanların ise Kore yemeklerini evde yapma çabasına girdiklerini ifade eden konuşmacı, Kore yemeklerinde kullanılan malzemelerin pahalı ve kolay bulunamıyor olmasından ötürü aynı yemekleri yapan Türk YouTuberların takibe alındığını ekledi. 

Oturumda tartışmaya açılan bir diğer sunum Zeynep Zelal Kızılkaya’nın, diasporik toplulukların sosyal medya kullanımıyla ilgili yaptığı araştırması üzerineydi. Oturum başkanı, konuşmacının vurguladığı kimliklenme meselesi üzerinden bir tartışma açtı ve geleneksel medya araçları ile sosyal medya ortamlarında kültürel kimliklenmenin nasıl farklılaştığı konusunu irdeledi. Bu noktada, bireylerin seslerini alıp kasete göndermeleri ile cep telefonu aracılığıyla göndermelerinin kültürel kimliklenme konusunda nasıl bir fark oluşturduğu ve etnisitenin sosyal medya ortamlarındaki kimliklenme sürecinde bir fark oluşturup oluşturmadığı sorularına dikkat çekti. Konuşmacı ise, geleneksel medya ile yeni medya arasındaki farkın anındalıkla ilgili olduğu vurgusunu yaparak, Sunni ağırlıklı bir katılımcı profili olmasına karşın, etnisitenin bir fark oluşturmadığının söylenebileceğini belirtti.

II. Oturum: Platform Kapitalizmi: Söyle Bana Senden Güçlüsü Var mı Bu Dünyada? 

Başkanlığını Doç. Dr. Recep Ünal’ın yaptığı “Platform Kapitalizmi: Söyle Bana Senden Güçlüsü Var mı Bu Dünyada?” adlı ikinci oturumda, platform kapitalizminin kavramsal çerçevesi; sosyal medyada kültürel akışlar ve dikkat ekonomisi; gündelik yaşam pratiklerinde platform kapitalizmi; müzik endüstrisi ve yakınsama konuları ele alındı. 

İlk konuşmacı Çağrı Kaderoğlu Bulut, “Aynanın Ardına Bakmak: Platform Çağının Kavramsal Çerçevesi Üzerine Notlar” adlı sunumunda platform kapitalizminin kavramsal çerçevesini mevcut literatüre kendi katkılarını da ekleyerek değerlendirdi. “Platform kapitalizmi” yerine “platform çağı” kavramını tercih etme sebebini, kavramın kapitalizmin ötesinde ve sonrasında bir dünyayı işaret ediyor olmasıyla ilişkilendirerek açıklayan konuşmacı, platformların yalnızca kapitalist örgütlenme ile değil, insanlık için sağladığı büyük olanaklarla düşünülmesi gerektiğini vurguladı. Platformların sadece ticari yapılar olmadığının, aynı zamanda toplumsal düzeni etkileyen yapılar olduğunun altını çizdi; ve bu durumu “yaşamın platformlaşması” kavramıyla açıkladı. Bulut’un dikkat çektiği diğer önemli nokta ise platformların ortaya çıkardığı toplumsal potansiyeller ve imkânlar ile bu imkânların kapitalist düzenlenişi ve kontrol çabası arasındaki çelişki oldu. Bulut, bu çelişkinin alanın en büyük çelişkisi olacağını ve çağdaş toplumsal mücadelelerin en önemli boyutlarından birini oluşturacağını ifade etti. Nick Srnicek’in platform sınıflandırmasından yararlanarak kendi platform sınıflandırmasını yapan Bulut, platformları ücretli ve ücretsiz modeller olarak ele aldı ve bu modelleri emek sömürüsü, gözetim ve derin güvencesizlik bağlamlarında değerlendirdi. Son söz olarak, platform kapitalizminin kamulaştırılmasının acilen talep edilmesini gerektiğini, bu konuda demokratik ve toplum yararına bir düzenlemeye ihtiyaç duyulduğunu dile getirdi. 

İlkay Tuzcu Tığlı “Sosyal Medyada Kültürel Akışlar ve Dikkat Ekonomisi: Instagram’da Türkiye’nin Zengin Çocukları Örneği” adlı sunumunda, doktora tezine ait bir bölümü paylaştı. Dikkat ekonomisinin kavramsal kökenine değinen Tığlı, araştırmasının onu, “insanların parasına değil, zamanına odaklanan ve o zamanı isteyen bir ekonomik model” olan “dikkat ekonomisi” kavramına götürdüğünü ve çalışmasının bu kavram üzerinden şekillendiğini bildirdi. Türkiye’deki varlıklı gençlerin gündelik rutinlerini içeren paylaşımların yapıldığı “Rich Kids of Turkey” Instagram hesabını incelediği çalışmasında Tığlı, “geç kapitalizmi deneyimleyen ağ toplumunda ekonomik, kültürel ve toplumsal ilişkilerin dönüşümünü ve emeğin biçim değiştirmesini” araştırdığını, buradan hareketle çalışmanın bulgularının dikkat ekonomisi kavramını yeniden düşünmeyi gerektirdiğini vurguladı.  Dikkat ekonomisi kapsamında genellikle ekonomik faaliyetler, şirketlerin para kazanma amaçları ele alınırken ve bu süreçler ürün yerleştirme ve reklam aracılığıyla işlerken; RKOT’de, görünüşte herhangi bir ticari faaliyetin olmaması önemli bir nokta olarak değerlendirildi. Tığlı, yaptığı derinlemesine görüşmeler sonucunda, arka planda işleyen bir ekonomik potansiyel olduğunu ve bunun kullanıcılar tarafından keşfedilip kullanıldığını belirterek dikkat ekonomisinin yeni ve farklı bir boyutunu ortaya koydu. 

Bir sonraki konuşmacı Nazlı Çetin, “Platform Kapitalizmi, Kültürel Akışlar ve Gündelik Yaşam Pratikleri Üzerine Bir İnceleme” adlı çalışmasında, dijital platformların gündelik yaşam kültürüne olan etkilerini paylaştı. Çetin, 863 katılımcıyla gerçekleştirdiği araştırmasında, %92’lik bir oranla, dijital platformların günlük rutinde oynadığı önemli rolün kabul edildiğini belirtti. Bu oranın çarpıcılığına dikkat çeken Çetin, gündelik hayatın önemli rutinlerinin dijital platformlarda gerçekleştirildiğini belirtti ve söz konusu platformların kullanım nedenlerini; iletişim kurmak, haber almak, müzik dinlemek, oyun oynamak, yemek siparişi vermek, alışveriş yapmak ve bankacılık işlemlerini gerçekleştirmek olarak sıraladı. Sunumda, geçmişten günümüze dijital platformların gündelik hayat pratiklerini hatırı sayılır oranda değiştirdiğinin altı çizildi.

Tahsin Mert Saygın, “Müzik Endüstrisinin Streaming’le İmtihanı: Spotify Örneği Üzerinden Bir Değerlendirme” adlı sunumunda, streaming hizmetleri içinde yer alan Spotify’ı eleştirel ekonomi politik yaklaşım içerisinde ele aldı. Tarihsel olarak müziğin dönüşümü; streaming servislerinin ekonomik modeli ve Spotify’ın yayınladığı mali bilançolar şeklinde üç bölüme ayrılan çalışmada, dijitalleşmenin müzik endüstrisinin yönünü nasıl belirlediği sorgulandı. Saygın, Spotify’ın 350 milyon kullanıcıdan elde edilen devasa bir veri havuzuna sahip olmasının hem talebin yaratılması hem de manipüle edilmesi adına önemli olanaklar sağladığını söyledi. Çalışmada, söz konusu ekonomik modelin, bir taraftan, düşük ücretler karşılığında platforma girişleri mümkün kılmasıyla müzikal üretim araçlarına erişimin göreli demokratikleşmesini sağladığı; diğer taraftan ise, tanıtıma bütçe ayırmakta zorlanan dezavantajlı sanatçıların platformdaki görünürlüğünü oldukça düşük düzeyde bıraktığı vurgulandı. Spotify’ın yarattığı bu yanılsama ile mücadele etmek için müzik emekçilerinin bir arada ve örgütlü hareket etmeleri gerektiği önerildi. 

              İkinci oturumun son sunumu, “Platform Kapitalizmi ve Yakınsama: Enformasyon Ekonomisinin Yeni İşleyişini Sorgulamak” adlı çalışmasıyla Tolga Tellan tarafından yapıldı.  Stefan Aust ve Thomas Ammann’ın Dijital Diktatörlük’ü; Nick Srnicek Platform Capitalism’i; Jamie Woodcock’un The Fight Against Platform Capitalism’i; Amy Webb’in Dokuz Dünya Devi ve Shoshana Zuboff’un Gözetleme Kapitalizmi Çağı, çalışmada temel alınan kaynaklar olarak öne çıktı. Platformların yanlılığının toplumlar için her zaman pozitif olanaklar sunamayacaklarını vurgulayan Tellan, platformların yeni bir işleyiş tarzı getirdiğini daha önceki sunumları özetler nitelikte ortaya koyarak; taşeronlaşan emeğe, örgütsüzleştirilmiş emek gücüne, platform altyapılarına, artan bağlanabilirlik meselesine, tüketici ve çalışan eğilimlerine, cinsiyetlendirilmiş ve ırksallaştırılmış iş ilişkilerine ve kamu düzenlemelerine değindi. 

Platformların, kendilerini yaratan şirketler lehine bir gelişim sürecinden geçtiği noktası bu oturumdaki bildirilerin ortak vurgusu oldu. Kapitalist sistem içinde gelişen dijital platformların mevcut sorunlara çözüm üretmek yerine, bizzat mevcut sistemden kaynaklı yeni problemler ortaya koyduğu ikinci oturumun temel çıktılarındandı. Genel düzeyde söz konusu bu problemler; gözetim, emeğin güvencesizleşmesi, gündelik yaşamda platformlara bağımlılık, tüketici aleyhine değişen medya sahiplik yapıları şeklinde sıralandı. Yok olmaya yüz tutan toplumsal örgütlülüğün yeniden canlandırılması, platformların kamulaştırılması talebinde bulunulması ve platformlara karşı farkındalık yaratılması ile şüpheci ve temkinli yaklaşımların geliştirilmesi mevcut sorunların çözümüne yönelik öneriler olarak özetlendi. 

III. Oturum: Yeni Medyada Haber ve Haberciliğin Dönüşümü 1 

Kongrenin üçüncü oturumu, “Yeni Medyada Haber ve Haberciliğin Dönüşümü” temalı oturumlardan ilkine ayrılmıştı. Beş bildirinin sunulduğu oturumun başkanlığını Doç. Dr. Eylem Yanardağoğlu yaptı.

Oturum, Can Ertuna’nın “Savaşları ‘Silahın Gözünden’ Aktarmak: Etik Gazetecilik Tartışmaları Bağlamında Silahlı İnsansız Hava Araçları Görüntülerinin Haberleştirilmesi” başlıklı bildirisiyle başladı. Ertuna, savaş ve çatışmaların haberleştirilmesi konusunda hak odaklı ve şiddet dışı yaklaşımların gözetilmesini odağına alan barış gazeteciliği yaklaşımı ile gerek Türkiye gerekse uluslararası basın meslek kuruluşlarının etik gazetecilik kodları bağlamında, silahlı insansız hava araçları (SİHA) görüntüleri üzerinden yürütülen habercilik faaliyetini inceledi. Söz konusu görüntülerin gazetecilik alanındaki yerine dair geniş bir literatür ortaya koyan konuşmacı; hem bir silah hem de bir kayıt aracı olarak SİHA’ların habercilik pratiklerinde yarattığı etkileri sorguladı. SİHA görüntülerinin, savaşın yarattığı yıkımın görülmesini değil ancak sezilmesini sağladığına; ideal bir tekno-savaş anlatısı olarak zafer odaklı anlatının pekiştirildiği bir “temiz savaş” görüntüsü ürettiğine dikkatleri çekti. Galtung’un “savaş odaklı habercilik” olarak nitelediği özelliklere referans veren Ertuna, SİHA görüntüleri üzerinden anlatılan savaşların barış haberciliğinin tam zıddı olduğunu; savaşın insanların yaşamlarına, çevreye ve tarihsel kültürel mirasa etkilerini aktarmadan sunulduğu ölçüde, güçlü propaganda görüntüleri olmaktan öteye geçemediklerini belirtti. Barış gazeteciliği çerçevesinde geliştirelecek çözüm önerilerinin ise, basitçe teknoloji karşıtı söylemler üzerine oturutulmamasını; bu önerilerin, medya ekosistemindeki gazetecilik olanaklarını kısıtlayan sorunlar üzerinden yola çıkmasının daha yerinde bir tercih olacağını ifade etti.  

Oturum, “Enformasyon Bombardımanı Çağında Dijital Yerlilerin ‘Haber Beni Bul(ur)’ Algısı” isimli bildirinin sunuşuyla devam etti. Nagihan Ünlü Karataş, Elif Pınar Acıyan ve Muhammet Erdem Duru’nun birlikte yer aldığı çok yazarlı araştırmanın sunuşunu Elif Pınar Acıyan gerçekleştirdi. Sosyal medyadaki enformasyon bombardımanının, bireyleri haber tüketiminde nasıl bir mekanizmaya yönlendirdiği konusunu odağına alan çalışma, yabancı literatürde “News Finds Me” olarak geçen ve Türkçe alan yazında daha önce kullanılmamış olduğunun altı çizilen, “Haber Beni Bul(ur)” kavramı üzerine inşa edildi. “Haber Beni Bul(ur)” algısı, bireylerin akran ve çevrimiçi sosyal ağlar içindeki bağlantılarını kullanarak, haber takip etmemelerine rağmen gündem hakkında bilgi sahibi olabilecekleri fikri şeklinde tanımlandı ve insanları haber tüketme arayışında olmamalarına karşın güncel bilgilerden haberdar olabilecekleri fikrine yönelten başlıca etkenin enformasyon bombardımanı olduğu vurgulandı. “Haber Beni Bul(ur)” algısının öğrenme sürecini olumsuz etkilediğini söyleyen konuşmacı, bu olumsuzluklardan bazılarını, üretilen çoğu içeriğin anonim olması, troll içeriklerin bolluğu, gerçeği teyit etmenin zorluğu şelinde sıraladı. Acıyan, siyasi alandaki kısa ve yüzeysel bilgilerin bireylerde bilgi yanılsamasına yol açtığından hareketle, “Haber Beni Bul(ur)” algısının siyasi bilgilenme üzerindeki aşındırıcı etkisini analiz etti. Araştırmanın kapsamında, siyasi gündemi Twitter’dan takip eden ve siyasi bilgilenme sürecinde söz konusu aşındırıcı etkiye daha fazla maruz kaldığı düşünülen; 1980-1990 doğumlu; 1990-2000 doğumlu; 2000 sonrası doğumlu toplam 18 kişi ile yarı yapılandırılmış görüşmeler gerçekleştirildiği söylendi. Araştırmada çıkan sonuçlar üzerinden, enformasyon bombardımanının haber takip sürecini değiştirip-değiştirmediği ve siyasi gündemdeki konuların anlaşılırlığına nasıl etki ettiği değerlendirildi.

Sıradaki sunuş, “Hiperyerel Gazeteciliğin Türkiye’de Sürdürülebilirliği: Sektör Temsilcileri Üzerine Bir Çalışma” başlıklı bildirisiyle Neziha Kartal’a aitti. Sunuşta, hiperyerel gazeteciliğin sokaktaki, mahalledeki veya kasabadaki nispeten daha küçük meseleleri gündeme getirdiği ve profesyonel gazetecilikten farklı olarak daha iyimser bir haber anlayışına sahip olduğu belirtildi. Hiperyerel gazeteciliğin özellikle okuyucu ile medya arasındaki ilişkinin yeniden kuvvetlenmesi ve sürdürülebilir hâle gelmesi için umut vadeden bir model olduğunu söyleyen Kartal; medyada kendisine yer bulamayan küçük topluklara ulaşması, muhabirlerin ulaşamayacağı noktalarda yeni bir haber ağı oluşturması anlamında da, hiperyerel gazeteciliğin profesyonel gazetecilere önemli bir katkı sunduğunun altını çizdi. Hiperyerel gazeteciliğin yerel basına getireceği olumlu veya olumsuz yönleri ortaya çıkarmak amacında olan çalışmada, Adana’daki yerel medya temsilcileriyle yarı yapılandırılmış görüşmeler gerçekleştirilerek, “hiperyerel gazetecilik Türk yerel medyası için yeni bir alan açabilir mi?” ve “hiper yerel gazetecilik Türkiye’de sürdürülebilir mi?” sorularına cevap arandı. Türkiye’de pratiğe dökülmemiş bir model olarak hiperyerel gazeteciliğin yerel medya için olanakları ve dezavantajlarının belirlenmesi üzerine betimleyici bir sunuş gerçekleştirildi.

Oturumun dördüncü sunuşu, “Sayısal Ekonomi ve Gazetecilik Kültürünün Normatif Dönüşümündeki Eğilimler” başlıklı bildirisiyle Ruhdan Uzun tarafından gerçekleştirildi. Sunuşta, liberal basın anlayışının etik normlarıyla sayısal ekonomi arasındaki gerilimin gazetecilik kültüründeki yansımaları el alındı. Gazetecilik kültürünün, gazetecilerin bilinçli ve bilinçsiz olarak toplumdaki rollerini meşrulaştırdıkları ve çalışmalarını kendileri ve başkaları için anlamlı kılan belirli fikir ve uygulama dizileri olarak tanımlandığı çalışmada, gazetecilik kültürünün kurucu ögelerinin değişimlerine odaklanıldı. Uzun, gazetecilik meslek kuruluşları ile diğer ilgili kuruluşların ampirik verileriyle desteklediği çalışmasında, sayısal ekonomi döneminde gazetecilik kültüründeki yeni eğilimleri, birbirini bütünleyen üç kategoride analiz ettiğini belirtti: Bu üç kategori, (1) gazetecilerin çalışma ilişkileri içindeki rolünün değişmesi ve inovasyon miti; (2) gazeteci kimliğinin değişmesi ve profesyonelliğin sınırlarının belirsizleşmesi; (3) sayısal teknolojiler ve gazetecilerin eğitim ve becerilerinin değişmesi şeklinde sıralandı. Uzun, demokrasiyi destekleyen bir gazetecilik kültürünün yaratılması için liberal etik normların alternatiflerinin tartışılmasını, blokzincir ve platform kooperatifçiliği gibi yöntemler üzerine düşünülmesi gerektiğini önerdi.

Oturumdaki son sunuş “Gazetecilerin TikTok ile İmtihanı: The Washington Post, Daily Mail ve Hürriyet’in TikTok Kullanımları Üzerine Betimsel Analiz” başlıklı bildirisiyle Sedat Erol’a aitti. Sunuşta, TikTok platformu, gazetecilik kültürü; haber üretimi; haber tüketimi ve gazeteciliğin geleceği çerçevesinde değerlendirildi. Erol, TikTok’ta yapılan paylaşımlardaki içerik temalarında eğlence unsurunun yoğun olduğunu, bu durumun platformda gerçekleştirilen gazetecilik faaliyetlerinde eğlence ile haberin sınırlarını silikleştirdiğini söyledi. “TikTok platformunun demografik yapısı ve teknik altyapısı haber üretim süreçlerini belirlemiş midir?” ve “farklı ülkelerin popüler gazetelerinin TikTok paylaşımlarındaki ortak ve ayrışan noktalar nelerdir?” şeklindeki sorularla yola çıkan konuşmacı; İngiltere, ABD ve Türkiye’de yayım yapan, TikTok platformunda en çok takipçiye sahip Daily Mail, The Washington Post ve Hürriyet gazetelerinin 01 Ocak 2021 ile 08 Nisan 2021 tarihleri arasındaki takipçi ve beğeni sayılarını karşılaştırdığını ve hashtag kullanımlarını metin madenciliği yöntemi ile açığa çıkardığını ifade etti. Erol, Türkiye’de yayım yapan gazetelerin İngiltere ve ABD’de yayım yapan gazetelere göre TikTok’a daha az ilgi gösterdiğini; her üç gazetenin de platformda genellikle renkli haberleri tercih ettiğini, ciddi haberler söz konusu olduğunda ise platformun yapısına uygun olarak eğlenceli ve nüktedan bir dil kullandığını vurguladı. Üç gazetenin platform yönetimindeki ortak noktaları ise tek sunucu kullanmaları ve sunucuların gazeteci kimliğinden ziyade sosyal medyada yaygınlaşan “fenomen” davranışları sergilemesiydi. Gazeteler, farklı kültürlere ve stratejilere sahip olsa da, haber sunumunda platform kültürüne uyum sağlıyor, komedi unsurunu yoğunlukta kullanıyorlardı.   

Oturum sonunda; blokzincir uygulamalarının özgür ve demokratik bir ifade alanı yaratma potansiyelleri ile gazeteciler tarafından nasıl kullanılması gerektiği tartışıldı. Ayrıca NFT’ye (Non Fungible Tokens) dönüşen içeriklerden gazetecilerin nasıl etkileneceği ve medya profesyonelleri ile gazetecilerin inovatif alanlardaki bilgi düzeyleri yine oturum sonunda tartışmaya açılan konulardandı. Gelen sorulara yanıt olarak Can Ertuna, gazeteciler için yepyeni alanlar sunan teknolojik gelişmelerin, bir taraftan, gazeteciliğin temeline dair büyük değişikliler yapmaktan uzak olduğunu söyledi. Yeni fırsat olanaklarının gazetecilikten farklı bir ticari faaliyetin bahanesi haline gelmemesi gerektiğinin altını çizen Ertuna; bunu, gazetecilik mesleğine yönelik bir tehdit olarak yorumladı. Metaverse evrenin iletişimi nasıl değiştireceği ve böylece gazeteciliğin nasıl dönüşeceğinin merak uyandıran konular olduğunu; fakat tüm bu teknolojik yeniliklerin eğer platform kapitalizmine alternatif sağlayabilecekse gerçekten özgür bir ifade alanına dönüşebileceğini belirtti. Ayrıca, tüm teknolojik yeniliklere karşın, klasik gazeteciliğin evrensel ilkelerinin asla değişmediğinin, mecra ne olursa olsun, önemli olanın onun özgür kullanımı olduğunun, dolayısıyla blokzincir uygulamalarının merkezsizleşmeye fırsat veren potansiyelinin bir tehditi de içinde barındırabileceğinin altını çizdi.

Ruhdan Uzun ise, blokzincirin şifrelenmiş işlem takibi sağlayan dağınık bir veri tabanı olduğunu, merkezi olmayan dijital bir kayıt defteri işlevi gördüğünü, bu özellikleriyle de gazetecilik mesleği için güven ve sürdürülebilirlik noktasında bir açılım sağlayabileceğini belirtti. Konuşmacının, blokzincir uygulamalarının özgürleştirici ve demokratikleştirici potansiyeli ile ilgili olarak verdiği örneklerden bazıları, bilgileri koruma ve doğrulama özelliğine sahip bu teknolojinin hem sansürle hem de sahte haberle mücadelede kullanılabileceği; alternatif gazetecilerin ve alternatif medyaların fonlanmasının daha kolay hâle gelebileceği; blokzincir uygulamalarının geride bıraktığı işlem verilerinin araştırmacı gazeteciler için çalışma alanı sağlayabileceği; güvenlik ve ifade özgürlüğü bağlamında sayısal bir çözüm sunabileceği şeklindeydi. Bununla birlikte Uzun, teknolojinin özgürleştirici ve demokratikleştirici bir potansiyeli olduğunu; fakat sahip olunan potansiyellerin gerçekleşmesinin her zaman mümkün olmadığını ifade etti.  Gazetecilerin inovatif alanlardaki bilgi düzeyleri ile ilgili olarak ise konuşmacı, gazetecilerin mutlaka inovasyon yapması gerekmediğinin, gazeteciliğin bir girişimcilik mesleği olmadığının, kolektif bir iş yapış sürecinin parçası olarak, gazetecinin görevinin haber üretmek olduğunun altını çizerek oturum sonunda yaptığı katkıyı noktaladı.

Oturum başkanı Yanardağoğlu, bu katkıların sonucunda, yeni teknolojiler karşısında medya profesyonellerinin aldığı konumun daha yakından incelenmesi gerektiğini belirtti.

IV. Oturum: Yeni Medyaya Ekonomi Politik Bakış

Doç. Dr. Ahmet Taylan’ın oturum başkanlığını yaptığı, “Yeni Medyaya Ekonomi Politik Bakış” adlı oturumda, tüketim toplumu ve akışkan gözetim; beyaz yakalı çalışanların güvencesizliği; uydu internet sağlayıcılarının ekonomi politiği; dijital oyunlar ve teknolojik ilerleme miti ile dijital çağın yeni sahiplik yapıları konuşuldu. 

Oturumun ilk konuşmasını yapan Esra Akarsu, “Tüketim Toplumu Bağlamında Akışkan Gözetimin Eleştirel Bir Analizi” adlı çalışmasını sundu. Araştırma amacını, tüketim toplumunun “akışkan gözetim” kavramı ile ilişkisini sorgulamak olarak ortaya koyan Akarsu, bu amaç doğrultusunda, seçme paradoksu ve akışkan gözetim kavramlarını mercek altına aldığını ve çalışmasını yorumsamacı bir yaklaşım çerçevesinde şekillendirdiğini bildirdi. Konuşmacı, sistemin devamlılığı için vaatlerle ilgili bir yanılsama yaratılması ve tüketimin sonsuza dek özendirilmesi gerektiğini vurgulayarak akışkan gözetimin ideolojik bir biçimde bu amaçlara hizmet ettiğini dile getirdi. Sonuç olarak, akışkan modern dünyada insanın, gerçek ihtiyaçlardan ziyade yaratılmış gereksinimleri ve imajları tükettikçe var olduğunun ifade edildiği çalışmada, mevcut izlekte ele alınan konunun, Pierre Bourdieu’nün kuramı; Frankfurt Okulu’nun temel görüşleri; imaj yönetimi; etik ve/veya metaverse kavramları bağlamında alternatif okumalara açık olduğu belirtildi. 

“Yerel Siyasetin Belirsiz Nesneleri: Özel Sektörün Ekonomik Yabancıları Üzerine Bir Değerlendirme” adlı sunumu ile kongrede yer alan Damla Akın, Ankara’da, sanayi bölgesinde gerçekleştirdiği araştırmasında, hareket noktasının beyaz yakalıların çalışma koşulları olduğunu ifade etti. Akın, beyaz yakalıların kaygan zeminde hayata tutunma çabalarını, Bauman’ın ortaya koyduğu “unsicherheit” kavramı çerçevesinde değerlendirerek; kavramın, çalışanların belirsiz, güvencesiz ve emniyetsiz koşullar içindeki mücadelesine atıfta bulunduğunu belirtti. Bu süreçlerle mücadele etmek isteyen beyaz yakalı çalışanların ise, strateji olarak “pastiş kişilik” geliştirdiğini ifade etti. İçinde bulunduğu koşullara uyum sağlayan ve gerekirse kendinden ödün vererek yeni bir kişiliğe kolayca geçebilen bireyleri tarif eden bu kişilik tipinin dışında kalanların, topluma/sektöre uyum sağlayamayanlar olduğunu bildirdi. Araştırmacı, belirsiz ve güvencesiz koşullarda çalışan beyaz yakalıların içinde bulunduğu bu sıkıntılı durumu “emeğin postmodern yabancılaşması” şeklinde isimlendirdi.

              Bir sonraki sunumu gerçekleştiren Yağmur Çenberli, “Gökyüzünde Tekelleşme Savaşı: İnsan Hakkı Olarak Bilgiye Erişim ve Uydu İnternet Sağlayıcılarının Ekonomi Politiği” adlı çalışmasında, Starlink projesi, Project Kuiper ve OneWeb üzerinden özel mülkiyet odaklı uydu internet sağlayıcılığının eleştirel ekonomi politik bir incelemesini yaptı. Özel mülkiyet odaklı uydu internet sağlayıcılığını, insan hakkı olarak bilgiye erişim bağlamında ele aldı; bilginin küresel dolaşımı ve dağıtımı noktalarında irdeledi. Uyduların değişen iktidar ve meşruiyet ilişkilerine; sektördeki yoğun rekabet ve tekelleşmeye; giderek derinleşen dijital uçuruma atıf yaptı. “Bilginin eşit ve adil erişimine doğru yolumuzu nasıl bulacağız?” sorusunu soran konuşmacı, bu soruya verdiği yanıtta; açık kaynakların, online kütüphanelerin, blogların vb. ile internetin sağladığı demokratik katılım olanağının önemini vurguladı. Çenberli, ağ toplumuna ulaşabilmenin yolunun, eşit ve özgür internet erişiminden geçtiğini, aksi takdirde ağ toplumu, bilgi toplumu vb. kavramların, McLuhan’ın “küresel köyü”nde olduğu gibi; kapitalist, neoliberal politikaların ürettiği söylemlerden öteye gidemeyeceğini vurguladı. 

Yavuz Demirbaş, “Dijital Oyunlar ve Teknolojik İlerleme Miti” adlı konuşmasında, teknolojik ilerleme mitinden bahsederek yeni bir teknolojik ütopyacı dalgadan; bu bağlamda transhümanizm, tekno-ütopyacılık, society 5.0 gibi kavramlardan söz etti. Konuşmacı, dijital kültürle birlikte oyunun anlamının uğradığı değişiklik üzerinde durdu. Bu çerçevede, günümüzde oyun ve kültür ilişkisini teknoloji dolayımından geçmeden kurmanın imkânsızlaştığını fakat bunun problemli bir yaklaşım olduğunu, Aarseth’den hareketle oyunları ortam bağımsız olarak ele almanın gerekliliğini vurguladı. Oynanış (gameplay), gerçekçilik ve gerçeğimsicilik, oyun dünyalarının genişlemesi, sanal, artırılmış ve alternatif gerçeklikler, oyunlaştırma gibikavramları dijital oyunlar bağlamında değerlendiren Demirbaş; sonuç olarak, oyuncu deneyimi ile oyunun teknolojik yapısındaki değişimler arasındaki ilişkinin çok boyutlu ve karmaşık yapıda olduğunu; oyun alanının teknoloji ile doğrudan ilişkilendirilemeyecek çok sayıda aktör barındırdığını; oyun çalışmalarında oyun teknolojisi ile oynanış ilişkisinin daha sağlam bir temele oturtularak ele alınması gerektiğini ifade etti. 

Oturumun son konuşmasını gerçekleştiren Yusuf Duru, “Dijital Çağın Yeni Sahiplik Yapısı: Non-Fungible Tokens” adlı sunumunda, tweetlerin NFT olarak alım-satımına imkân sağlayan “Valuables/https://v.cent.co/” sitesini ele aldı. Söz konusu sitede satışa sunulan tweetleri “dijital emek” kavramı bağlamında ve içerik analizi yöntemi ile incelediğini söyleyen konuşmacı; Jack Dorsey, Charles Hoskinson ve Cüneyt Özdemir gibi isimlere ait, satışa çıkarılmış 30 tweeti analize dahil ettiğini belirtti. Duru, konuyla ilgili teknolojiler, kripto ve NFT gibi konularda YouTube’da içerik üreten Bekir Çağrı Çelik ile yaptığı ve NFT alım satım motivasyonları; NFT’nin bir yatırım aracı olup olmadığı ve NFT’nin geleceği ve YouTuber’ın bugüne kadar aldığı ve sattığı NFT sayısı hakkında sorular sorduğu röportaja da değindi. Araştırmacı, sonuç olarak, sosyal medya içeriklerinin artık alınıp satılabildiğini; tweetlerin metalaşarak dijital dünyada satışı gerçekleşebilir içeriklere dönüştüğünü belirterek; dijital emek kavramının yeni bir boyut kazandığının, bu sebeple gelecek günlerde NFT’nin ekonomik ve hukuki boyutlarının da tartışılır hâle geleceğinin altını çizdi. 

Oturum bünyesinde yapılan konuşmalarda, teknolojik ilerleme, küreselleşme ve neoliberal politikaların uygulanması sürecinde gündeme gelen yeni problemlerin ve tartışma konularının altı çizildi. Gözetimin boyut değiştirmesi ve giderek daha akışkan hâle gelmesiyle, dijital ortamların bir taraftan belli ölçüde özgürlük alanları açabildiği fakat var olan tahakküm ilişkilerinin değişiklik göstermeden devam ettiği vurgulandı. Teknolojik gelişmelerin medyanın yapısını, etki alanını ve kullanım şekillerini değiştirdiğine; buna karşın medya şirketlerinin tekel pozisyonlarının ve rekabetçi yaklaşımlarının eskiden olduğu gibi bugün de adil bir iletişim sürecinin önünde engel teşkil ettiğine değinildi. Küreselleşme süreci ve neoliberal politikaların yarattığı belirsizliğin beyaz yakalı çalışanları güvencesiz istihdam koşullarına zorladığı; teknoloji alanındaki gelişmelerin dijital emeği dönüştürdüğü ifade edildi.

Oturum sonunda, krizden çıkma ve daha iyi bir gelecek kurabilmek adına kullanılan oyunlaştırma konusunda ne düşündüğü sorulan araştırmacı Yavuz Demirbaş, oyun ve araçsallık arasında hiçbir ayrım kalmadığı şeklindeki düşüncenin belli bir ideolojik ajandanın etkisi altında oluşacağını söyleyerek, “oyunun oyunlaştırılarak oyunsuzlaştırılması” düşüncesinin daha dikkat çekici olduğunu vurguladı. 

V. Oturum: Yeni Medyada Haber ve Haberciliğin Dönüşümü 2 

 “Yeni Medyada Haber ve Haberciliğin Dönüşümü” temalı oturumlardan ikincisi Doç. Dr. Aslıhan Ardıç Çobaner’in başkanlığında gerçekleşti ve oturumda beş bildiri sunuldu.

Oturum, Cemgazi Yoldaş’ın “Veri Gazeteciliğini ‘Veri’ ve ‘Gazetecilik’ ile Düşünmek: Olanaklar ve Sınırlar” başlıklı bildirisiyle başladı. Verinin gazetecilikle kavranmasına yönelik bir çabayı içeren çalışmada, veri ve gazetecilik ilişkisi incelendi ve bu ilişkinin Türkiye’deki güncel görünümüne yönelik bir betimleme yapıldı. Söz konusu ilişki, gazeteciliğin toplumsal boyutu ve mesleki boyutu şeklinde yapılan ikili bir sınıflandırma altında ele alındı. Gazeteciliğin toplumsal boyutunun ele alındığı bölümde, demokratikleşme ve veri ilişkisi; demokratikleşme ve gazetecilik mesleği ilişkisi; gazetecilikte veri kullanımının sağladığı olanak ve sınırlılıklar ve veri-demokratikleşme ilişkisi değerlendirildi. Gazeteciliğin mesleki boyutunun ele alındığı bölümde ise, haber üretim sürecinin hazırlığı; üretim anı ve dolaşım aşamalarında verinin konumu; verinin bir kaynak ve araç olarak kullanımı; verinin gazetecilik içinde bir alan olarak konumunun ne olabileceği ve emek sürecinde verinin olası etkileri tartışıldı. Veri gazeteciliği ve demokratikleşme ilişkisinin önemli bir tartışma olduğunu dile getiren konuşmacı, bu tartışmanın, “veri ve demokratikleşme ilişkisi” ile “veri gazeteciliği ve demokratikleşme” ilişkisi olmak üzere, iki farklı alan üzerinden yapıldığını söyledi. Konuşmacı, demokratik bir toplum yaratmanın mümkün olduğu iddiaları üzerinde yoğunlaşan ilk alanın çok iyimser bir tablo çizdiğini, bu noktada, verinin kime ait olduğu, kim tarafından toplandığı, denetlendiği ve dağıtıma sunulduğu sorularının çok önemli olduğunun altını çizdi. Veri gazeteciliği ve demokrasi ilişkisinde ise gazeteciliğin kaybettiği güvenin yeniden tesis edilebileceği iddiasının öne sürüldüğü ve bu iddianın dördüncü güç kuramına dayandırıldığı ifade edildi. Konuşmacı; dördüncü güç kuramının, politik gazetecilik geleneğinin ve yorum odaklı haberlerin meşruluğunu yitirdiği bir dönemde kurumsallaştığını hatırlatarak, bu kuram ışığında veri gazeteciliğinin mücadeleci iddiasının zedelenebilme ihtimaline dikkatleri çekti.

Sıradaki sunuş, “Freelance Gazetecilikte Uzmanlaşma ve Alan Muhabirliği: İngiltere ve Türkiye’den Deneyimler” başlıklı bildirisiyle Ezgi Kaya Hayatsever’e aitti. Sunuşta, dijital medya kapsamında yaygınlaşan istihdam formlarının gazetecilik pratiklerindeki alan uzmanlaşması biçimlerini nasıl dönüştürdüğü ele alındı. Kendi hesabına çalışma modelinin bir biçimi olarak giderek yaygınlaşan ve gazetecilik alanının önemli bir parçası hâline gelen serbest (freelance) gazeteciliğin, farklı toplumsal ilişkilere ve gazetecilik ortamına sahip İngiltere ve Türkiye’de nasıl deneyimlendiği tartışıldı. Bu bağlamda, freelance gazeteciliğin, hukuki ve mesleki korumalarla daha yerleşik hâle geldiği İngiltere’de, Türkiye’den farklı olarak hangi sorunları yarattığı ve her iki ülke açısından benzeşen sorunların olup olmadığı sorularına yanıt arandı. Sunuşta, öncelikle World of Journalism çalışmasının 2012-2016 yılları arasındaki verileri değerlendirildi. Bu çalışmaya göre, İngiltere’deki freelance gazetecilerin %53’ünün kendisini temel alanların dışında sayılabilecek bir alanın muhabiri olarak tanımladıkları; hayvan bakımı, bahçecilik, emlak, motosiklet, bisiklet, güzellik gibi çok çeşitli ve özel bir alan belirlemesi yaptıkları; buna karşın, Türkiye’deki freelance gazetecilerin kendilerini siyaset, ekonomi vb. daha genel ve temel alanların muhabiri olarak tanımladıkları ifade edildi. Bu sonuçlar ve İngiltere’deki gözlemleri neticesinde, İngiltere’deki freelance gazetecilerin çalıştıkları alanı iyice daraltarak alandaki yüksek rekabetten sıyrılma stratejisi güttükleri yönünde bir fikri oluştuğunu belirten konuşmacı, 2019 ve 2020 yıllarında İngiltere ve Türkiye’deki freelance gazetecilerle yapmış olduğu görüşmelerde de bu fikrini destekleyen verilere ulaştığını, görüşmelerden yaptığı alıntılarla ortaya koydu. Türkiye’deki freelance gazetecileri eskiden çalıştıkları alanlara bağlı kalarak haber üretiyorlarken; İngiltere’dekilerin piyasanın ve okurun taleplerine göre haber üretiyor olmaları, iki ülke arasındaki önemli farklılıklardan biri olarak sunuldu.  Freelance gazetecilikle ilgili olarak her iki ülkede ortak olanın ise, gazetecilerin yeni teknolojilere uyum sağlama yönünde hissettikleri baskı olduğu belirtildi.

Oturum, Gökhan Bulut’un “‘Yeni’ Gazetecilikleri Sınıflandırmak ve Sınırlandırmak: Metodolojik Bir Tartışma” isimli bildirisinin sunuşuyla devam etti. Sunuşunda, gazetecilik alanında günümüzde en dikkat çekici olgulardan birinin “çeşitlenme” olduğunu söyleyen Bulut, sarmal gazetecilik; drone gazeteciliği; veri gazeteciliği; robot gazetecilik; alternatif gazetecilik; iklim gazeteciliği; sosyal medya gazeteciliği gibi her biri kendi uygulama alanını ve literatürünü oluşturan gazetecilik türlerinin genel gazetecilik tartışması içindeki konumlarını değerlendirdi.  Bu çeşitlenmeye neden olan bazı unsurları ise, demokratik alandaki daralmaya paralel olarak kamusal alanda artan haberleşme girişimleri teknolojik gelişmeler; haber üretim süreçlerindeki dönüşüm şeklinde sıraladı. Bu çeşitlenmenin gazetecilik mesleğindeki terminolojiye etkilerini de değerlendiren konuşmacı, terminolojideki söz konusu farklılaşmanın basit ve gündelik bir jargon değişimi olarak değil temel bir perspektif değişimi olarak algılanması gerektiğini; nitekim gazetecilikteki terminolojinin dönüşümünün, meslekteki perspektif değişimiyle ilgili olabileceğinin altını çizdi. Bulut, yaklaşık üç yüz yıllık bir geçmişi olan gazetecilik mesleğini, siyasal alandan ve teknolojik gelişmelerden muaf bir alan olarak görmek ne kadar doğru değilse; gazetecilik birikimini kolayca yok sayan ve kendilerini hem demokrasinin hem de gazeteciliğin krizine çare olarak sunan bu yeni “gazetecilikleri” peşin bir anlayışla kabul etmenin de bir o kadar doğru olmadığını vurguladı ve her iki metodolojik tutumun da gazetecilik çalışmalarına katkı sağlamasının mümkün olmadığını ifade etti.

Oturumun dördüncü sunuşu, “Hızın Haberciliğe Etkisi: Profesyonel Televizyon Haberciliği Üzerine Bir Araştırma” başlıklı bildirisiyle Kenan Şener tarafından gerçekleştirildi. Hızın televizyon alanında haber üretim sürecine etkisini tespit etmeye çalışan araştırmada, üzerinde sınırlı sayıda inceleme bulunan tematik haber kanallarına odaklanıldı. Şener, araştırma kapsamında en çok izlenen dört tematik haber kanalı olarak A Haber, CNN Türk, Habertürk ve NTV’de çalışan muhabir, editör ve müdür/koordinatörlerden İstanbul, Ankara, İzmir ve Diyarbakır’da görevli 41 televizyon gazetecisine anket uygulandığı, bu doğrultuda, gazetecilerin hızlı çalışma rutinleri, haber üretiminde hızlanmanın görünümleri, hızlanmayla ortaya çıkan sorunlar, gazetecilerin hızlanmaya bakışları ve çözüm önerilerine ilişkin verilere ulaşıldığını söyledi.  Araştırma sonucunda ulaşılan bazı bulgular, %87,8 gibi bir oranla televizyon habercilerinin yeni teknolojileri gazetecilik için avantaj olarak gördükleri; geçmiş dönemlerdeki gazetecilerin bugünkülere göre daha başarılı olduğunu belirtenlerin oranının %82,9 olduğu; “zamana karşı yarışın gazetecilik meslek ilkelerine aykırı sonuçlar doğurduğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna evet yanıtını verenlerin oranının ise %68,3 olduğu şeklindeydi. İlk bulgunun şaşırtıcı olmadığını belirten Şener; buna karşın ikinci bulgunun önemli olduğunu ve alana ilgi duyan akademisyenler tarafından araştırılması gerektiğinin altını çizdi. Üçüncü bulguyu ise, iş yapış biçimlerinin atmosferine uygun hareket eden gazetecilerin mesleğinden uzaklaştığını gösteren bir kimlik erozyonu olarak yorumladı.

Oturumdaki son sunuş “Bir Bilgi ve İletişim Ağı Olarak Kent ve Yurttaş Ortak Platformları” başlıklı bildirisiyle Özgün Dinçer’e aitti. Sunuşta, kent ve yurttaş haberciliğinin farklı bir örneği olarak değerlendirilen dijital platformlar ele alındı. Yeni teknolojilerin küreselleşme sürecini hızlandırması, zaman ve mekân kavramlarına ilişkin algıyı ve mekânsal ilişkileri dönüştürmesi sonucunda hem kent ve kentlilik tartışmalarının hem de kente ilişkin haberlerin dönüşümü üzerinde duruldu. Kent ve yurttaş ortak platformları sayesinde, çeşitli toplulukların, internetin ve dijital teknolojilerin imkânlarını kullanarak bir araya gelebildiğini ve kent hayatına ilişkin her türlü konuyu, sorunu tartışabildiğini ifade eden Dinçer, burada söz konusu edilenin tek bir kent olmadığını vurguladı. Bu bağlamda, kent ve yurttaş ortak platformlarının en önemli özelliğinin farklı kent ve ülkelerden aktörleri ve yurttaşları buluşturması olduğunu belirterek; burada kullanılan ‘yurttaş’ sözcüğünün, ulus devlet vatandaşlığına değil, kent yurttaşlığına gönderme yaptığının altını çizdi. Bu doğrultuda platformların farklı kategoriler altında ön incelemeden geçirildiğini belirten Dinçer, inceleme sonucunda platformları, öncelikle küresel ve yerel ölçekteki platformlar olmak üzere ikili bir sınıflandırmaya tabi tuttu. İçerik açısından bakıldığında ise platformların, bilgi ve haber paylaşımlarının ağırlıkta olduğu platformlar ile aktivistlerin daha yoğun katılım sağladığı platformlar olmak üzere ikiye ayrılabileceğini; katılım açısından bakıldığında ise, yurttaşların daha sınırlı katılım sağladığı platformlar ile aktivist grupların oluşturduğu dolayısıyla daha geniş yurttaş katılımına sahip platformlar olarak sıralanabileceğini ifade etti. Bilgi ve haber paylaşımlarının ağırlıkta olduğu platformlardan, biri Hindistan diğeri ise Avrupa merkezli ikisini karşılaştıran konuşmacı, “Citizen Matters” isimli Hindistan merkezli platformda geleneksel anlamdaki haber içeriklerinin; küresel özellikler gösteren, Avrupa merkezli “Centre for Cities” isimli platformda ise katılıma ve kamusal mekânın dönüşümüne yönelik içeriklerin daha yoğun olduğunu belirtti.  Bu çerçevede, söz konusu platformlar, hem farklı ülkelerin yurttaşları arasında dayanışma ve ‘ilişkisel bir sosyal çevre’ geliştirmeye yönelik transyerel girişimler hem de yurttaş haberciliğinin örnekleri olarak tanımlandı.

Oturum sonunda, “‘Yeni’ Gazetecilikleri Sınıflandırmak ve Sınırlandırmak” başlıklı sunum üzerinden, özellikle son on yıl içinde ortaya çıkan çeşitli gazetecilik türleri ile ilgili bir değerlendirme yapıldı. Gökhan Bulut’a yöneltilen soruda, her biri kendi uygulama alanını oluşturan bu gazetecilik türlerinden biri olarak, alternatif gazeteciliği nasıl tanımladığı ve eleştirel yaklaşımı içerisinde onu nasıl konumlandırdığı tartışmaya açıldı. Bulut, yanıtında, alternatif gazeteciliği neoliberal demokrasinin krizi ile gazeteciliğin krizinin kesiştiği yerde konumlanan, kıymetli fakat gazeteciliğin içinden gelmeyen bir arayış olarak nitelendirdi.

VI. Oturum: Medya Arkeolojisini Yeni Medyaya Taşımak ve Düşünmek 

Başkanlığını Dr. Canan Dural Tasouji’nin yaptığı “Medya Arkeolojisini Yeni Medyaya Taşımak ve Düşünmek” adlı oturumda, dijital kültürler bağlamında estetik kavramının dönüşümü; cep telefonu teknolojisinin değişim süreci ve kullanıcıya yansımaları; elektronik atıkların fotoğraf ile ilişkis; akıllı cihazların medya arkeolojisi bağlamında değerlendirilmesi ve transimgelemin pratiği konuları konuşuldu. 

Oturumun ilk konuşmasını yapan Ahmet Alphan Sabancı, “Kendi Estetiğini Bulmak: Dijital Kültürler Bağlamında Estetik Kavramının Dönüşümü” adlı çalışmasını sundu. Estetiğin tarih boyunca değişen anlamlarına değinerek, dijital kültürde estetik kavramının kullanıcılar için ifade ettiği anlamı değerlendirdi. Felsefi bir terim olan ve üstün güzelliği temsil eden estetik kavramının anlamının değiştiğini ve dijital ortamda beğendikleri her içeriğe, içeriğin niteliği fark etmeksizin “estetik” kelimesi ile tepki veren kullanıcıların ortaya çıktığını ifade eden konuşmacı, buradan hareketle, estetiğin vaporwave, seapunk, mallsoft gibi müzik akımları aracılığıyla bir alt kültüre evrilmeye başladığını ekledi. Core estetikler, goth estetikler, kei estetikler, punk estetikler, wave estetikler, academia estetikler gibi, eskiye dair bir şeyleri alma ve bunu yeni bir şeye dönüştürme tarzına benzer farklı estetikler ortaya çıktığının altını çizdi. Sözü edilen bu estetik hareketin önemine değinen Sabancı, hareketin hem estetik hem de kültür eleştirisi konusunda önemli olduğunu; “Hauntology”, “çoğulculuk” ve “estetik değer” kavramlarından faydalanarak açıkladı. Sonuç olarak araştırmacı, günümüzdeki tanımıyla estetiğin, hem internette kültürel dinamiklerin nasıl kompleks bir şekle bürünebileceğine iyi bir örnek olduğunu hem de felsefenin estetik sorununa cevap verebilmek adına atılmış önemli bir adım olma potansiyeline sahip olduğunu vurguladı. 

“Cep Telefonu Teknolojisinin Çeyrek Asırlık Değişimi ve Kullanıcıya Yansımaları” adlı sunumu ile oturumda yer alan araştırmacı Erdem Akın Temel, otoetnografi yöntemini kullanarak 1997 yılından bu yana sahip olduğu cep telefonlarını inceledi. Temel, cep telefonu teknolojisinin geçirdiği değişimi ve hayata etkisini, kendi cep telefonu kullanma deneyimleri ve telefonların zaman içerisinde gösterdikleri farklılıklar üzerinden irdeledi. Otoetnografi yöntemini açıklayarak sunumuna başlayan araştırmacı, 1997 yılından bu yana kullandığı telefonların modelleri, bu telefonlarla hangi işlemleri yapabildiği ve bu telefonların kendi gündelik hayatında ne kadar yer kapladığı gibi noktalara değindi. Sonuç olarak Temel, çeyrek asırlık cep telefonu kullanma deneyimi boyunca, şirketlerin rekabetinin ve ekosistem yaratma çabalarının, ihtiyaç duyulan teknolojik gelişmişlik seviyesini sürekli olarak arttırdığını, böylece kendisinin de defalarca cep telefonu satın aldığını ifade etti. Otoetnografik bir yaklaşımla yola çıkan Temel, teknolojiye meraklı biri olduğu için gelişmiş modelleri alma ihtiyacı duyduğunu, diğer tüketicilerde ise bu süreçlerin farklı işleyebileceğini belirtti. 

Bir diğer konuşmacı Meral Tosun, “Fotoğraf Makineleri Olarak Akıllı Telefonların e-Atığa Etkisi” adlı sunumunu gerçekleştirdi. Yürütmekte olduğu yüksek lisans tezinin ön bulgularını katılımcılarla paylaşan Tosun, araştırma amacını, akıllı telefonların fotoğraf çekme özelliğinden dolayı, günümüzde büyük bir problem hâline gelen elektronik atığa olan etkisini kullanıcı deneyimlerinden yola çıkarak anlamaya çalışmak şeklinde ifade etti. Medya çalışmalarında insan merkezli bakışı genişleterek medyanın doğaya, iklime ve insan dışı varlıklara olan etkisine karşı eleştirel bir bakış geliştirebilmenin bir diğer amacı olduğunu söyleyen araştırmacı; Zombi Medya, Planlı Eskitme ve Antroposen Çağı kavramlarından yola çıkarak araştırmasının kavramsal çerçevesini kurduğunu belirtti. Katılımcıları ile yarı yapılandırılmış derinlemesine görüşmeler yaparak ve kendilerine medya günlüğü tutturarak elde ettiği verilerden yola çıkan Tosun, sonuç olarak, katılımcıların akıllı telefonlara ve fotoğrafa yönelik insan merkezli bir bakışa sahip olduklarını; akıllı telefonların üretim, tüketim ve bertaraf süreçlerine yönelik sınırlı bilgiye sahip olduklarını; dijital ortamların/fotoğrafın çevre dostu olduğuna dair bir algıya sahip olduklarını ortaya koydu. Araştırmacı, bu bulguların, medyanın görünmez yapısının gündelik hayatın içindeki tezahürünü gösterdiğini, bu görünmezliğin ise medyanın tesir ettiği her alanda olduğu gibi, medyanın çevresel etkileri konusunda da eleştirel düşüncenin ve politik tavrın önüne geçtiğini belirtti. 

“Akıllı Cihazların Medya Arkeolojisi Bağlamında İncelenmesi” adlı çalışmasını sunan Onurcan Boran, akıllı kameralar, akıllı saatler ve akıllı oyuncakları etnografik bir yaklaşımla incelediğini ve bu doğrultuda, Furbo, Furby Connect (oyuncak) ve Huawei Watch ile Apple Watch serilerini kullanan tüketiciler ile yarı yapılandırılmış görüşmeler yaptığını belirtti. Farklı medya araçlarının birbirine entegre olmuş bir şekilde işlem görmelerini ise “çoklu medya” kavramına atıfta bulunarak değerlendirdi. Bir diğer odağının teknolojik determinizm olduğunu söyleyen Boran, teknolojik oyuncak, kamera, saat gibi geleneksel diyebileceğimiz cihazların akıllı cihazlara dönüşme ve böylece sosyal hayatı şekillendirme süreçlerini teknolojik determinist bir yaklaşımla ele aldı. Sonuç olarak, araştırmacı, Marshall Berman’ın moderniteyi ifade ederken kullandığı “katı olan her şey buharlaşıyor” tabirine dikkat çekerek, modernitenin, insanları modernleşmenin nesnesi olmaktan çıkarıp öznesi haline getirmeyi amaçladığına vurgu yaptı. Buradan hareketle, modern dönemin ürünleri olan bu üç akıllı cihazın, insanların iletişimde özne olma konumunu güçlendirdiğinin altını çizdi.  

Oturumun son konuşmasını gerçekleştiren Süleyman Kıvanç, “Transimgelemin Pratiği: Bir Kavram Denemesi Üzerine Değerlendirmeler” adlı çalışmasını sundu. Kıvanç, bir filmdeki görsel-işitsel imgeleri metin temelli irdelemenin her zaman tek başına yeterli olmadığını, bu imgelere görsel ve işitsel unsurlar ve tekniklerle yaklaşılması gerektiğini vurguladı. Buradan hareketle, filmler üzerine görsel-işitsel materyal üretimi olarak adlandırdığı “video-deneme” kavramını odağa aldı. Kıvanç, metinsel, görsel ve işitsel ögelere sahip olan bu formun; formasyonel (eğitim materyali), akademik (metodolojik düzeyde yeni fırsatlar; performatif bir metodoloji) ve poetik (deneysel) açılardan faydalı olabileceğini söyleyerek bu üç açının kesişimi olarak “transimgelem” kavramını önerdi. İmgeler arası bir bağlantı türünü aşan, yeni anlamların olanaklılığını kapsayan bir kavram olarak ifade ettiği transimgelem kavramını, Deleuze ve Guattari’nin “rizom” kavramına benzetti. Sonuç olarak Kıvanç, metnin, hareketli imge ve işitsel imge bir arada kullanıldığında, yani imgelerarası bir performans epistemik bir tartışmayı başlattığında, tartışılan probleme dair afektif ve empatik kavrayışların önünün açılabileceğini belirtti. 

Oturum boyunca medya arkeolojisi şemsiyesi altında, medya çalışmalarındaki yeni bakış açıları, yeni metodolojiler ve yeni kavramlar tartışıldı. Estetiğin anlamındaki evrilme ile alt kültürlerin dijital ortamlarda estetik kapsamı altında kendilerini var etmeleri, heyecan veren ve daha fazla incelenmeye ihtiyaç duyulan yeni bir mücadele alanı olarak ortaya kondu. Öte yandan otoetnografi yönteminin imkânları ve kısıtlarının ele alınarak otoetnografik yöntemle yapılan çalışma, hem cep telefonu teknolojisinin gelişimine dair aydınlatıcı bir izlek sundu hem de bizzat araştırmacının kişisel deneyimlerinin bilimsel bir veri olarak değerlendirilmesiyle alana sunulabilecek katkıları göstermiş oldu. Medyanın çevresel etkilerine odaklanan bir diğer çalışma, akıllı telefonların e-atığa dönüşme sürecini ve akıllı telefonlar ile çekilen fotoğrafların bu süreçte nerede durduğunu değerlendirdi. Çalışma, medya çalışmalarına insan merkezli bakışın dışında yeni bir bakış sunması noktasında faydalı oldu. Teknolojik determinist açıdan ele alınan geleneksel cihazların teknolojik dönüşümüne odaklanan çalışma, medya arkeolojisi bağlamında teknolojinin içinde bulunduğu koşullardaki işlevini irdeliyor olması noktasında öne çıktı. Son olarak film çalışmalarında yeni bir yöntem ve kavram arayışlarının metinselliğin ötesine taşan heyecan verici bir denemesi “transimgelem” kavramı üzerinden yapıldı. Tüm bu çalışmalar medya çalışmalarının gelişimine ve gelecekte evrileceği noktalara dair ipuçları sundu. 

Oturum sonunda sorulan sorularda; dijital ortamlarda hayat bulan estetikler aracılığıyla kapitalizmin görsellikle estetize edilip edilmediği, estetiğin bir isyankâr ifade biçimi olup olmadığı ve araştırmaya konu olan estetiklerin birer alt kültürü temsil edip etmedikleri tartışıldı. Ayrıca, akıllı telefonları değiştirmenin kullanıcı deneyimlerini nasıl etkilediği, hangi uygulamaların kullanım açısından öne çıktığı ve bu sürecin bağlantılı olma ve 7/24 çalışma haliyle ilişkisi otoetnografik bir perspektifle tartışıldı. 

VII. Oturum: İnfodemi Spirali  

Prof. Dr. Ruhdan Uzun’un başkanlığını yaptığı “İnfodemi Spirali” adlıoturumda, infodemiyle mücadele; COVID-19 döneminde Twitter’da yanlış bilginin yayılımı; çevrimiçi ortamlarda bilgi kirliliği ve Post-Truth agnotolojisi konuları konuşuldu. 

Oturumun ilk konuşmacıları Burak Polat ve Cem Sefa Sütçü, “#PLANDEMİ İnfodemisinin Anatomisi: Covid-19 Pandemisi Döneminde Twitter’da Yanlış Bilginin Yayılımı” adlı sunumu gerçekleştirdiler. Amerika’da ortaya çıkan ve aşı karşıtlığını konu alan “Plandemic” isimli belgesele odaklanan araştırmacılar, dünya çapında bir izleyici kitlesine ulaşan belgeselin pandemi hakkında çeşitli yanlış bilgiler sunan video infodeminin en somut örneklerinden biri olduğunun altını çizdiler. Belgeselde yer alan yanlış bilgi kümelerini belirleyen araştırmacılar, belgeselin Twitter üzerindeki yayılımını merak ettiklerini ve araştırdıklarını belirttiler. Sonuç olarak, araştırmacılar, kullanıcıların eşik bekçilerine dönüştüğünü; bu rol değişimi ile birlikte kullanıcıların yayın yapma potansiyeline sahip olduğunu; sosyal medyanın güçlü bir özelliği olarak nitelendirilebilecek bu potansiyelin ise kimi zaman yanlış bilginin yayılmasına ortam hazırlayabildiğini ifade ettiler.

“İnfodemiyle Mücadelede Gençlerin Katılımı ve Mobilizasyonu: Bir Üniversite Gönüllülük Dersi Kapsamında İnfodemiyle Mücadele” adlı sunumda Altuğ Akın; İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde yürütülen “Gönüllülük ve Toplumsal Katılım” dersi kapsamında öğrencilerin Teyit.org işbirliği ile infodemi ile mücadeleye dair projeler ürettiğini, bu araştırmanın da infodemiyle mücadelede gençlerin mobilizasyonuna dair bir vaka çalışması olduğunu, öğrenciler ve Teyit.org proje sorumlularıyla yapılan mülakatlar ve odak grup görüşmelerine dayandığını belirtti. Aşı karşıtı Instagram hesaplarının incelenmesi; toplum tarafından anlaşılır bir sağlık terminolojisinin oluşturulması ve Vikipedi’ye COVID-19 ile ilgili yanlış bilgiyle mücadele bağlamında başlıkların getirilmesi gibi projeler üreten öğrencilere bir ön test ve son test yapan Akın, sürecin başından sonuna kadar öğrencilerin nasıl bir gelişim gösterdiklerini ölçtüğünü belirtti. Sonuç olarak araştırmacı, infodemi ile mücadelede doğrulama/teyit dışında neler yapılabileceğinin çok üzerinde durulmadığını ifade ederek, gençlerin infodemi ile mücadele sürecine gönüllü aktif katılımı ile yeni ve işe yarar yöntemler bulunabileceğinin altını çizdi. 

Bir sonraki konuşmacı Laçin Yalçınkaya, “Türkiye’de Çevrimiçi Ortamlardaki Bilgi Kirliliğinin Anatomisi: Bir Meta-Analiz” adlı sunumunu gerçekleştirdi. Teyit.org tarafından doğrulama sürecinden geçirilmiş içeriklere meta-analiz uygulayan Yalçınkaya, amacının, Türkiye’de çevrimiçi ortamlardaki bilgi kirliliğini meydana getiren yanıltıcı içeriklerin, kaynaklarına (sosyal medya platformları, haber siteleri, geleneksel medya) ve türlerine (uydurma, parodi, taklit, çarpıtma, bağlamdan koparma manipülasyon, hatalı ilişkilendirme) göre detaylandırılmış bir haritasını ortaya koymak olduğunu belirtti. Henüz devam etmekte olan çalışmada, bugüne kadar elde edilen verilerden hareketle, haber doğrulama sitelerinin eşik bekçiliği rolleri olup olmadığı ve muhtemel siyasi baskılardan endişe edip etmedikleri sorularına yanıt aranacağı ifade edildi.

Oturumun son konuşmacısı olan Müge Yılmaz, “Post-Truth Agnotolojisi: Tütün Endüstrisi’nden Donald Trump’a” adlı çalışmasında, “post-truth” kavramı ile Robert N. Proctor’ın “cehalet bilimi” olarak Türkçeleştirilen “agnotoloji” kavramı arasında bağ kurmayı amaçladı. Sunuşta, tarihsel olarak yalan haber üretimi, yalan politikaları ve bunların toplumsal işlevleri üzerine detaylı açıklamalar yapıldı; siyasi ve ticari amaçlarla üretilen yalanların kati olarak üretilen cehalete gönderme yaptığı vurgulandı. Cehalet çeşitlerine değinilerek, stratejik ve kasıtlı cehalet üzerinde duruldu. Bu bağlamda, tütün endüstrisi örneği üzerinden, sigaranın toplumsal hayata medya aracılığıyla girdiği, zararsız olduğu yalanının medya ve siyaset organları tarafından kasıtlı olarak üretildiği ifade edildi. Sonuç olarak, Yılmaz, iktidar yapılarının insanlar üzerinde bir şüphe yaratarak, bilgiyi insanlara sunmayarak ya da insanları bilgi havuzunda boğarak neyi amaçladığını görebilmek için cehalet çalışmalarına ihtiyaç olduğunu vurguladı. 

Oturum boyunca, “infodemi”, “bilgi kirliliği”, “post-truth” gibi kavramlar COVID-19 pandemisine değen bir doğrultuda ele alındı. Post-truth’un infodemiye evrilmesi ve COVID-19’un bu evrilmeye olan katkısı, infodeminin ve cehaletin toplum üzerindeki yıkıcı sonuçları ve dolayısıyla infodemi ile verilmesi gereken mücadele oturum genelinden elde edilen çıktılar oldu. Kasıtlı cehaletin ekonomik ve siyasal yapılar tarafından pompalanması, öte yandan infodeminin yeni medya araçları ile kasıtlı ya da kasıtsız olarak yayılımı bilgi kirliliği ve yanlış bilgiyi besleyen olgular olarak tartışıldı. Bu değerli teorik üretimler aracılığıyla, pratikte uygulanacak çözümlere doğru yol alabilme potansiyeli gündeme geldi. 

VIII. Oturum: Akışkan Demokrasi ve Yeni Medya

Kongrenin sekizinci oturumu “Akışkan Demokrasi ve Yeni Medya” temasına ayrıldı. Dört bildirinin sunulduğu oturumun başkanlığını Doç. Dr. Burak Doğu yaptı.

Oturum, Anıl Durmuşahmet’in “Gözetim Akışı: Performans Mekânlarında Özne” başlıklı bildirisiyle başladı. Çalışmasını yorumsamacı yaklaşım çerçevesinde şekillendiren Durmuşahmet, gözetim olgusunu Foucault’nun çalışmalarında olduğu gibi bir iktidar unsuru ve bir episteme olarak ele aldığını; nitekim panoptikonun, artık toplumsal yaşamın her alanına sirayet etmiş olan gözetimi ifade edecek kadar kapsamlı bir kavram olmadığını söyledi. Akılla kavranan doğru bilgi olarak tarif edilebilecek olan epistemenin, Foucault’cu anlamda, toplumsal yaşantıya yön veren anonimleşmiş belirli kurallar olarak düşünülebileceğini belirtti. Araştırmada, söz konusu kavramlara referansla, sosyal medya üzerinden gerçekleşen gözetim ve gözetime dayalı akış, yorumlayıcı yaklaşımın sağladığı içeriden bir bakışla analiz edildi; George Orwell’ın 1984 adlı romanında kurguladığı distopik dünyaya gönderme yapılarak mahremiyetin artık kalmadığı, öznenin pasif duruma getirildiği ve ‘göz’ün öznenin kendisine dönüştüğü ifade edildi.

Oturumdaki ikinci sunuş, “Twitter’da Sakat Hakları Mücadelesi: #Körlerburadagörseliaçıkla Hashtagi” başlıklı bildirisiyle Esra İnce’ye aitti. Türkiye’de çevrimiçi ortamdaki sakat aktivizminin konu edinildiği çalışmada, Türkiye’deki sakat hakları mücadelesi, 2021 yılı içerisinde ve çok yüksek oranda paylaşılan #Körlerburadagörseliaçıkla hashtagi üzerinden değerlendirildi. Olayın baş aktörleri arasında ve Twitter kullanıcısı olan örnek bir grup ile yapılan görüşmeleri de kapsayan araştırmada, Twitter paylaşımlarının bir mücadele ve hak arayışı parçasına dönüşüp dönüşmediği ele alındı ve sosyal medyanın sakatların erişim hakkı mücadelesinde oynadığı rol tartışıldı. İnce, sunuşunda “sakat” sözcüğünü tercih etme nedenini de açıkladı.

Sıradaki sunuş, “Türkiye’de Alternatif Medyada Çalışan Kadın Olmak: Kadın Gazetecilerin Ayrımcılık ve Şiddete Dair Deneyimleri” isimli bildiriye aitti. Özlem Erkmen, Bora Ataman ve Barış Çoban’ın birlikte yer aldığı çok yazarlı araştırmanın sunuşunu Özlem Erkmen gerçekleştirdi. Gazeteci güvenliği ve kadın hakları ile ilgili literatüre dayanan çalışmada; Türkiye’de alternatif ve bağımsız medya için sahada aktif çalışan, kariyerinin başındaki kadın muhabirler ile gerçekleştirilen derinlemesine görüşmelerden elde edilen sonuçlar tartışıldı. Literatüre de verdiği referansla, genç kadın gazetecilerin meslek rutinlerinin çoğunlukla yaş ve cinsiyete dayalı tehditler ile karakterize edildiğini söyleyen Erkmen; demokratik, çoğulcu ve yatay bir yapılanma sergilemesi beklenen; çeşitliliği, dezavantajlı grupları ve baskın olmayan söylem ve temsilleri içermesi gereken; bu sebeplerle, kadınların güçlenmesine katkı sunacağı düşünülen alternatif medyanın, kadın gazetecilerin hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki performansını incelemenin önemine değindi. Konuşmacı, görüşmelerden elde edilen sonuçlar çerçevesinde, alternatif medyada çalışan kadın gazetecilerin ayrımcılık ve şiddete dair deneyimlerini paylaştı.

Oturumun son sunuşu, “Ekoloji Hareketinde Ulusalcı Söylem: Kaz Dağları Eylemleri” başlıklı bildirileriyle Hayriye Özen ve Burak Doğu’ya aitti. Bildiride, Kaz Dağları protestolarının söylemi, hem farklı yayın politikalarına sahip gazeteler tarafından dolaşıma sokulan haberlerin hem de Twitter’da konuyla ilgili olarak atılan tweetlerin derinlemesine analiziyle incelendi. Çalışmada, çevre iletişimi ve toplumsal hareketler literatürüne referans verildi. Sunuşta, eylemlerin tüm yönleriyle görülebilmesi amacıyla, alternatif medyanın yanı sıra ana akım haber medyasının da örnekleme dahil edildiği; Twitter üzerinden dolaşıma giren protesto söyleminin ve karşı söylemin özelliklerinin daha iyi anlaşılabilmesi için de, ekoloji örgütleri; haber medyası; aktivist gruplar ve hükümet temsilcilerinin yaptığı paylaşımların incelendiği ifade edildi. Çevreci protestoların anti-emperyalist bir mücadele olarak resmedilmesinin, protestolar açısından ne gibi sonuçlar doğurduğu tartışıldı. Sonuç olarak, ekoloji hareketlerinde kullanılan ulusalcı temaların, söz konusu hareketler için olumlu ve olumsuz sonuçlar doğurabildiğini; ekoloji hareketlerini kısa vadede destekleyebildiği gibi orta ve uzun vadede zayıflatabildiğini ifade eden Doğu; ulusalcılığın, farklı çıkarlara sahip çeşitli toplumsal grupların Kaz Dağları protestolarına destek vermesinde önemli bir rol oynadığının altını çizdi. Nitekim ulusalcı temaların, protesto hareketini, ‘yerli ve milli’ bir politika takip eden siyasi otorite karşısında güçlendirirken; protestoların odağının ekolojik meselelerden kaymasına ve çevresel adaletsizlikten uzaklaşmasına da neden olduğu; Kaz Dağları ve Türkiye’deki diğer bölgelerde ulusal maden şirketleri eliyle yapılması muhtemel müdahaleler karşısında ekoloji hareketini güçsüzleştirdiği ifade edildi.

Oturum başkanı Burak Doğu, Esra İnce’ye yönelttiği soruyla, İnce’nin sakat sözcüğünden yana kullandığı tercihi işaret eden bir tartışma açtı ve ‘sakat’ sözcüğünün içinde barındırdığı incitici anlamdan ötürü duyduğu tedirginliği dile getirdi. İnce, yanıtında, bunun tartışmalı bir mesele olduğunu fakat bu yönelimdeki asıl amacın, sözcüğün yapıbozuma uğratılması olduğunu belirtti. Bu eğilimin özellikle İngiltere, Kanada ve Amerika’da gelişmiş olduğundan, adı geçen ülkelerde yeni gelişmekte olan sakat teori (crip theory) ile; ‘topal’, ‘çeteye’ ve ‘suça’ meyilli bireylere işaret etmek için kullanılan ‘crip’ sözcüğünün yapıbozuma uğratılmasının amaçlandığından bahsetti. Kişinin engelini yaratan şeyin özünde bir yeti yitimi olduğunu vurgulayan İnce; sakat sözcüğünün ise tam da hâlin üzerine basan, bir ayrımcılık varsa onun üzerine giden ve eleştirel tavır içerisinde konumlanan bir anlam içeriğine sahip olduğunun altını çizdi. Yeti yitiminin yarattığı engellerin aşılması için atılacak adımların sorumluluğunu sakat bireye yükleyen, onun bu yaşam içerisindeki şartlara elverişli olmadığını vurgulayan ‘engelli’ sözcüğünün handikaplarına değinen konuşmacı; engelleyici bir toplum ve kapitalist düzen içerisinde, engelin biyolojik değil toplumsal bir mesele olarak görülmesi gerektiğini; sakat bireyin hayatını kolaylaştıracak fiziki şartların sağlanmasının önemli olduğunu vurguladı. Tartışmanın devamında, hangi sözcüğün hangi toplumsal kesimden bireylerle ve gruplarla ilişkilenirken kullanılacağının da önemli olduğu vurgulandı.

Oturum sonunda tartışılan konulardan bir diğeri, Özlem Erkmen’in sunuşuyla ilgiliydi. “Alternatif medyada çalışmanın kadınlara sağladığı avantajlar yok mu?” minvalindeki soru üzerine Erkmen, erkek egemen dilin alternatif medyada, ana akım medyada olduğu kadar kullanılmadığını ifade etti.

IX. Oturum: Pandemi Sürecini Yeni Medya Dolayımlı İrdelemek  

 “Pandemi Sürecini Yeni Medya Dolayımlı İrdelemek” temalı oturumun başkanlığını Doç. Dr. Onur Dursun gerçekleştirdi. Oturumda dört bildiri sunuldu. 

Oturum, “Spinoza Sizi Yakın Arkadaşlar Grubuna Ekledi: Pandemi Döneminde Üniversite Birinci Sınıf Öğrencilerinde Arkadaşlık Deneyimi” isimli bildirinin sunuşuyla başladı. Hasan Turgut, Filiz Erdoğan Tuğran ve Gülten Arslantürk’ün birlikte yer aldığı çok yazarlı araştırmanın sunuşunu Hasan Turgut gerçekleştirdi. Araştırmanın teorik çerçevesi Spinoza’nın arkadaşlık fikrine referansla çizildi. Turgut, doğrudan iletişimi varsayan arkadaşlık deneyiminin günümüzde dijital platformlarda, giderek aracın beden olduğu dolayımlarla gerçekleştiğini ve söz konusu platformların Spinoza’cı anlamda bir beden fikrine içkin olduğunu ifade etti. İnsanın dijital platformlarla kurduğu yakınsaklığın COVID-19 pandemisi sürecinde bir zorunluluğa dönüştüğünü, bu süreçte ilk kez karşılaşan kişilerin ise farklı ilişki biçimlerini yalnızca dijital platformlar aracılığıyla deneyimlemek durumunda kaldığını belirtti. Çalışmanın amacını, pandemi nedeniyle fizik gerçeklikte bir araya gelememiş üniversite birinci sınıf öğrencilerinin, arkadaşlık fikrini nasıl kurguladıklarını ortaya koymak olarak ifade eden konuşmacı, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne 2020-2021 Eğitim-Öğretim döneminde kayıt yaptırmış 1. Sınıf öğrencilerinin örneklem olarak seçildiğini söyledi. Çevrimiçi olarak gerçekleştirilen yarı yapılandırılmış görüşmeler neticesinde, öğrencilerin dijital platformlardaki arkadaşlık fikrine ilişkin düşünceleri; mekân, paylaşım ve pandemi dönemindeki ruh hâllerini içeren üç farklı tema altında değerlendirildi. “Mekân” teması bağlamında öne çıkan vurgular, dijital platformlarda kurulan arkadaşlıkların yüz yüze bir şekilde teyit edilmesi gerektiğine ilişkinken; “paylaşım” teması bağlamında öne çıkan vurgular, arkadaşlıkların acının paylaşımı temeline oturtulması gerektiğine ilişkindi. Bu paylaşım ise ancak fiziksel bir aradalıkla sağlanabilirdi.  “Ruh hâlleri” temasında ise, öğrencilerin pandemi döneminde kendilerini işe yaramaz ve umutsuz hissettikleri vurgulandı. 

Oturumun ikinci sunuşu, “Pandemi Sürecinde Suriyeli Mültecilerin Dijital Medyada Temsili: Ali Hemdan Olayı” başlıklı bildirisiyle Mehmet Boran tarafından gerçekleştirildi. Haber içeriklerinin ideolojik çözümlemeye elverişli kaynaklar olduğunu söyleyen konuşmacı, pandemi sürecinde Suriyeli mültecilerin dijital medyada haberleştirilme pratiklerini ve nasıl temsil edildiklerini Ali El Hemdan olayı üzerinden tartıştı. Eleştirel söylem analizi modelinin kullanıldığı araştırmada, haber metinlerinde, dil ve söylem aracılığıyla kurulan güç ve iktidar ilişkilerinin ve yeniden üretilen egemen ideolojinin açığa çıkarılmasının hedeflendiği belirtildi. Alexa verilerine göre, Türkiye’nin en popüler sitelerinden olan ve farklı ideolojik yaklaşımlara sahip olan 10 haber sitesi ve bu sitelerde söz konusu olaya yer veren 32 haber analiz edildi. Ali El Hemdan olayının haber metinlerinde çoğunlukla kriminal bir vaka ve suça eğilimi çağrıştıran davranış kalıpları şeklinde sunulduğunu; buna karşın arka planındaki siyasi, sosyal ve ekonomik süreçlerin üzerinde durulmadığını belirten Boran, pandemi sürecinde derinleşen toplumsal eşitsizliklere ve artan sosyal sorunlara ilişkin yaygın kanaate karşın, olayın farklı boyutlarıyla ele alınmadığının, belirli bir şablona sıkıştırılarak sunulduğunun altını çizdi. Ali El Hemdan olayındaki öznelerin temsilinde toplumsal ilişkilerin, bu ilişkiye yön veren dinamiklerin ve mülteci meselesinde kamusal alanı işgal eden hâkim dilin belirleyici bir etkisi olduğu belirtildi. Konuşmacı, Ali El Hemdan olayında da görüleceği üzere, hegemonik dilin haber metinleri yoluyla toplumun olayları yorumlama şeklini etkilediğini ve tepkilere yön verebildiğini söyleyerek sunuşunu sonlandırdı.  

Sıradaki sunuş, “Esnek Sömürünün Pandemik Hali: Akademisyen Emeği” başlıklı bildirisiyle Serra Sezgin’e aitti. Sezgin, çalışmasının teorik çerçevesini “esnek kapitalizm” ve “esnek sömürü” kavramlarına referansla çizdi. Esnek sömürü ile yeni formlara bürünen denetim ve kontrol mekanizmalarının, bilgi işçileri şeklinde nitelendirilebilecek olan akademisyenler için giderek daha sorunlu bir hâl aldığını belirten konuşmacı, çalışmanın amacını, esnek sömürünün akademisyenler tarafından COVID-19 pandemisi sürecinde nasıl deneyimlendiğini eleştirel bir yaklaşımla ortaya koymak şeklinde ifade etti. Sezgin, pandemi döneminde emek süreçlerinin örgütlenmesinde dijital teknolojilerin oynadığı rolün arttığını, böylece erişilebilir olma hâlinin reddinin olanaksızlaştığını söyledi. Akademisyenlerin emek süreçlerinin de aynı nedenle ilişkili olarak dönüştüğünü vurguladı ve hâlen devam etmekte olan araştırma kapsamında, şu ana kadar üçü vakıf ve üçü de devlet üniversitelerinde çalışan 6 akademisyen ile görüştüğünü belirtti. Akademisyenlerin pandemi döneminde karşılaştıkları zorluklar bağlamında üniversiteler arası farklılıklara değinen Sezgin, problemler özelleştikçe çözümlerin de bir o kadar zorlaştığının altını çizdi. Etkileşimsizliğin büyük bir problem olduğunu, akademisyenlerin problemlere ilişkin ürettikleri çözümlerde kolektif çabanın değil, kendi kendine çözüm üretme hâlinin belirgin olduğunu ifade etti. Fiziksel olarak ‘orada’ olamama durumunun, idarecilerdeki verimlilik kaygısını dramatik bir şekilde tetiklediğini de ekleyen konuşmacı, bu kaygı neticesinde oluşturulan baskının, hem kişisel hem de toplum sağlığına yönelik kaygılarla birleştiğini ve akademisyenlerin verimliliğini düşürdüğünü söyledi.  

Sunuş sonrasında, oturum başkanı Onur Dursun, pandemi döneminde akademisyen emeğinin çok boyutlu yönünü ortaya koyan bu çalışmanın, akademisyenlere özdüşünümsel bir değerlendirme yapma fırsatı verdiğini belirtti.

Oturumdaki son sunuş “Ana Akım ve Alternatif Medyanın Pandemi Haberlerini Sunumu” başlıklı bildirisiyle Şerife Öztürk’e aitti. Liberal ve eleştirel yaklaşımları habercilik pratikleri bağlamında temsil ettiği düşünülen ana akım ve alternatif medyaların, COVID-19 pandemisine ilişkin haberleri nasıl sunduğunu ortaya koymayı amaçlayan çalışmada; dijital kültürde yayın yapan ana akım ve alternatif medya kuruluşlarına odaklanıldı. Ana akım, “yaygın” karşılığını veren kelime anlamı da göz önüne alındığında, toplumda egemen olan düşünceyi yani iktidarın söylemini yaygınlaştırdığı düşünülen medya olarak değerlendirilirken; alternatif medya, ana akım medyada yer almayan haber içeriklerine yer veren medya olarak değerlendirildi. Bu bağlamda, ana akım medyayı temsilen A Haber ve NTV Haber’in; alternatif medyayı temsilen ise Diken ve Medyascope’un araştırmaya dahil edildiği, söz konusu medya kuruluşlarının Twitter hesaplarına 1 Haziran-15 Temmuz 2021 tarihlerini kapsayacak şekilde içerik analizi yapıldığı söylendi. Analizde, pandemiye ilişkin haberlerdeki yorum, retweet ve beğeni sayılarının; video ve fotoğraf gibi görsellerin ve video haberlerin değerlendirildiği ifade edildi. Analiz sonucunda dört tür haber örneğine ulaştığını söyleyen Öztürk, bu haber türlerini (1) video haber, (2) GIF haber, (3) fotoğraflı haber ve (4) görsel olmayan metin haber şeklinde sıraladı. Alternatif medyadaki pandemi konulu haber içeriklerinde, hükümetin kararlarına karşı eleştirel tavrın baskın olduğunu söyleyen konuşmacı; ek olarak, alternatif medyada ana akımda yer almayan ve kapitalist süreci eleştiren içerikte haberlere yer verildiğini ifade etti.  Yurt dışında aşılamayı teşvik edici haberler, alternatif medyada konuyla ilgili en çok beğeni alan haberler arasında sayıldı. Öztürk, ana akım medyadaki pandemi konulu haber içeriklerinde ise, hükümetin sağlık politikalarını olumlayıcı, iktidarın konuya ilişkin söylemlerini pekiştirici haberlerin ön plana çıktığını söyledi. Türk aşısına ilişkin gelişmeler ve aşılamayı teşvik edici haberler ise ana akım medyada konuyla ilgili en çok beğeni alan haberler arasında sayıldı. Öztürk, haber içerikleri her iki medyada farklılık gösterse bile, haberlerin sunumunda tercih edilen yöntemin temelde aynı olduğunu dile getirdi. 

Oturum sonunda, pandemi sürecinde beyaz yakalı emek gücü için esnek çalışma koşullarının meşrulaştırılması konusu değerlendirildi; akademik dayanışmanın nasıl güçlendirilebileceği tartışıldı. Akademik yaşamın en önemli paydaşlarından olan öğrencilerin de bu konuda bilinçlendirilmesi gerektiği, esnek çalışma koşullarının yıpratıcı etkilerinin herkes için önemli olduğu ve gelecekte daha da önemli olabileceği vurgulandı. Ek olarak, farkındalık ve dayanışma sağlanması noktasında, akademisyen emeğini esnek sömürü kavramı bağlamında tartışan akademik çalışmaların artmasının ve duyurulmasının önemine değinildi. 

Oturum sonunda tartışılan bir diğer konu, alternatif ve ana akım medyaların pandemi sürecinde en çok hangi tür haber içeriklerinde ortaklaştıkları oldu. “Ana Akım ve Alternatif Medyanın Pandemi Haberlerini Sunumu” başlıklı bildiriyle ilişkili olarak gelen soru üzerine Şerife Öztürk, söz konusu haber içeriklerini; (1) aşının faydalarını öne çıkaran ve aşılanmayı teşvik edici haberler, (2) aşılanmayı teşvik etmek için farklı ülkelerde nasıl bir yol izlendiğine dair haberler; son olarak ise (3) COVID-19 pandemisi veya COVID-19 aşıları hakkında yapılan araştırmalarla ilgili haberler şeklinde sıraladı. 

X. Oturum: Ağ Toplumu ve Akışlar Uzamı 1

Başkanlığını Prof. Dr. Günseli Bayraktutan’ın yaptığı, “Ağ Toplumu ve Akışlar Uzamı” temalı oturumlardan ilkinde, ağ; akış ve uzam; yeni medya ortamlarında ağ coğrafyası; e-ticaret ve yeni ekonomi; sanal cemaatler konuları ele alındı. 

Tuğba Asrak Hasdemir, “Ağ, Akış ve Uzamda Yolculuğa Davet” adlı konuşmasında, çevirisini yaptığı Manuel Castells’in “İnternet Galaksisi” kitabı üzerine sunumunu kurdu.  Ağ toplumuna dair pozitif ve negatif doğrultuda ilerleyen ana tartışma hatlarına değinerek Castells’in kişisel yaşamını, akademik çalışmalarını, etkilendiği düşünürleri odağa alan Hasdemir, onun, teknolojinin hem olumlu hem olumsuz yanlarını hem olanaklarını hem sorunlarını dile getiren bir düşünür olduğunu söyledi. Castells ve eşi Emma Kiselyova’nın, bir kahvaltı sofrasındaki olası sohbetlerine dair tebessüm ettiren tahminler üreten araştırmacı, sunumunu Castells’in “…Eğer ağlar sizin umurunuzda değilse bile, siz ağların umurundasınız” cümlesiyle sonlandırdı. 

“Yeni Medya Ortamında Ağ Coğrafyası” adlı sunumu ile kongreye katkı sunan Mehmet Keskin, yeni iletişim teknolojileriyle birlikte gelen dijital dönüşümün oluşturduğu internet coğrafyasını, Castells’in “ağ toplumu” kavramı bağlamında inceledi. Ağ coğrafyası ile ilgili literatürde yer alan farklı görüşlere değinen Keskin, ağın teknik coğrafyasını tarif etti.Teknik coğrafyada bölgesel farklılıklar bulunduğunu, bu farklılıkların internetin altyapısal inşasından kaynaklandığını, bu sürecin ise bölgesel şartlar ve bölgelerin sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeylerine göre işlediğini belirten araştırmacı, kullanıcıların coğrafyasını ve internet üretiminin ekonomik coğrafyasını ele aldı. İnternet kullanıcılarının dünya genelindeki yayılımı, kullanıcıların internete erişim olanakları, dünya geneline yayılan veri merkezleri, internet servis sağlayıcıları ve içerik sağlayıcılar söz konusu iki başlığın içeriğini oluşturdu. Sonuç olarak, araştırmacı, ağ coğrafyasının sınırları ortadan kaldırmadığını, aksine iletişim teknolojilerindeki yeni oluşumlarla birlikte kendine has bir mekân kavrayışı yarattığının altını çizdi.

Bir sonraki konuşmacı Bayram Şamil Demirkan, “Toplumsal Kültürel Değişim Dinamiği Olarak E-ticaret ve Yeni Ekonomi” adlı sunumunda, yeni bir model olarak ‘e-iş: ağ işletmesi’ni konu aldı. Bu yeni ekonomik modelde işgücünü ve emeğin dönüşümünü, buradan hareketle ise ‘e-ekonomide çalışma’ konularını ele aldı. Manuel Castells’in ağ toplumunda ekonomik yapıya verdiği önemden destekle çalışmasını kuran Demirkan, ekonomiyi toplumsal kültürün bir parçası olmakla birlikte toplumsal kültürel oluşum ve değişimlere de yön veren bir olgu olarak değerlendirdi. Dolayısıyla, ekonominin ağlar etrafında yeniden yapılanmasının, e-ticaret ve yeni ekonomiyi, toplumsal değişimin nedenleri ve öncülleri arasına ilintilediğini belirtti. 

Oturumun son konuşmasını gerçekleştiren İlknur Patan, “Ağ Toplumlarında Yeni Toplumsal Örüntüler: Sanal Cemaatler” adlı sunumunda farklı sosyalleşme ve topluluk oluşturma biçimlerini, Castells’in ağ toplumu kavramsallaştırması çerçevesinde ele aldı. Sanallık ve gerçeklik kavramlarına değinerek sunumuna başlayan Patan, cemaat kavramını tanımlayarak sanal ve mekânsal cemaatler arasındaki farkları ortaya koydu; dünyadan ve Türkiye’den örneklerle anlatımını destekledi. Clubhouse örneğini seçici veya özelleşmiş cemaat olarak sınıflandıran araştırmacı, Clubhouse’un özelleştirilmiş özelliklerine dair detaylar verdi. Sonuç olarak Patan, insanların artık sadece bölgesel sınırlara ve mesafelere bağlı fiziki cemaatlerin bir parçası değil aynı zamanda internet ortamında bulunan sanal cemaatler ve ağ toplumunun da bir parçası olduğunu vurguladı. 

Oturum boyunca, ağ toplumu ve akışlar uzamı, Manuel Castells’in ağ toplumu kavramsallaştırması üzerinden; ekonomik, sosyal ve siyasi perspektiflerle ele alındı. Castells’in İnternet Galaksisi kitabı ve özel yaşamı ile başlayan biyografik nitelikteki bir anlatımın ardından, ağ toplumu; e-ticaret bağlamında, sanal cemaatler bağlamında ve ağın yapısı ve dağılımı özelinde bütüncül bir açıdan değerlendirmeye alındı. Böylece, Castells’ten hareketle ağ toplumuna ve akışlar uzamına dair geniş kapsamlı bir bakış ortaya kondu. 

Oturum sonunda gelen sorular aracılığıyla; bir gün internetsiz kalınıp kalınmayacağı ve merkeziyetsiz yapılar içinde bireylerin kendilerini nasıl var edecekleri soruları ile merkeziyetsiz ağların özgürlük sağlama potansiyelleri tartışıldı. Ek olarak, Clubhouse uygulamasının ilk çıktığı dönemde IOS odaklı olması dijital eşitsizlikler bağlamında değerlendirildi ve ağ şirketlerinin, ağ ekonomisinde hangi alanlara yatırım yaptıkları ve hangi alanlara önem verdikleri ele alındı. 

XI. Oturum: Katılımcı Kültür ve Yeni Medyanın Olanakları 

Başkanlığını Prof. Dr. Muzaffer Sümbül’ün yaptığı “Katılımcı Kültür ve Yeni Medyanın Olanakları” adlı oturumda, Bourdieucu perspektiften dijital kültüre katılım, sosyal medyada yoksulluk güzellemesi, yaşlı kullanıcıların Whatsapp grupları deneyimi ve Clubhouse üzerinden kamusal alan araştırması konuları ele alındı. 

Oturumun ilk konuşmasını gerçekleştiren Çağla Coşar, “Dijital Kapitalizm Çağında Bourdieucu Perspektiften Dijital Kültüre Katılım: Youtube Örneği” adlı çalışmasını sundu. Çalışmasında derinlemesine mülakat yöntemini kullanarak YouTube kullanıcılarının dijital kültüre katılımını inceleyen Coşar, amacının, YouTube kullanım pratiklerini, dijital ve katılımcı kültür ile Bourdieu perspektiften değerlendirmek olduğunu söyledi. Katılımcıların dijital kültüre katılım motivasyonları olarak, bilme dürtüsü, skopofilik haz ve eğlence şeklinde sıralandı; katılımcıların kapitalist tüketim ilişkisinden etkilendiği belirtildi ve dijital kültüre katılımda habitus ve sermaye niteliklerinin belirleyici olduğunun altı çizildi.

Tülin Sepetçi ve Erkan Açar’ın “Sosyal Medyada Yoksulluk Güzellemesi: Twitter Paylaşımları Üzerine Bir İnceleme” adlı çalışmalarında, yoksulluk olgusunun, sosyal medya platformları aracılığıyla, çoklu ve değişen alımlama pratiklerine nasıl dahil olduğu konuşuldu. Bu doğrultuda, Twitter’da paylaşılan yoksulluk unsurlarının yer aldığı görsellerde ve metinlerde, “yoksulluk güzellemesinin” nasıl oluştuğu eleştirel kuram perspektifiyle ele alındı. Sonuç olarak, sosyal medyada yoksulların yaşam tarzlarının romantize edilmesi ve aslında bir anlamda istismar edilmesi nedeniyle, yoksulluğun toplumsal sistem kaynaklı bir sorun olarak değil, bireylerin tercihi olarak ortaya çıkan bir sorun olarak yeniden inşa edildiği vurgulandı. 

Bir sonraki sunumu gerçekleştiren Esra Özgür, “Yaşlı Kullanıcıların WhatsApp Grupları Deneyimi” adlı çalışmasında, yaşlı kullanıcıların WhatsApp gruplarını günlük hayatlarına nasıl dahil ettiğini, WhatsApp grupları deneyimlerindeki kuşaksal değer yargılarını ve buna bağlı olarak dijital ortamlardaki gizlilik endişeleri ile yakın çevrelerinden gelen sahte haberlere karşı hassasiyetlerini anlamaya çalıştığını ifade etti. Baby Boomers kuşağı ile yaptığı yarı yapılandırılmış görüşmelerden elde ettiği verileri, evcilleştirme kuramının dört aşaması olan edinim, nesneleştirme, bütünleştirme ve dönüşüm başlıkları altında analiz ettiğini belirtti. Sonuç olarak, WhatsApp grup özelliğinin, esnek ve kontrol edilebilir olması nedeniyle kullanıcılara kendi ihtiyaçları doğrultusunda birbiri ile çakışmayan birden fazla sosyal alan yarattığını ve gündelik hayatlarına pozitif bir katkı sunduğunu ortaya koydu. Özgür, son söz olarak, bu gibi çalışmaların sosyal medya platformlarının gelecekte nasıl şekilleneceğine ışık tuttuğunun altını çizdi.

Mustafa Berk Alkoç, Özen Baş ve İrem İnceoğlu’nun birlikte yer aldığı, “Clubhouse Uygulaması Üzerinden Sözsel/İşitsel Kamusal Alan Araştırması” isimli bildirinin sunuşunu Mustafa Berk Alkoç gerçekleştirdi. Clubhouse bir kamusal alan olarak değerlendirilebilir mi?” sorusuna cevap aradıklarını söyleyen araştırmacı; Clubhouse kullanıcılarının uygulamayı kullanım deneyimlerini, kendilerini ifade etme biçimlerini ve genel iletişim alışkanlıkları içinde Clubhouse’un yerini ortaya koymayı amaçladıklarını belirtti. Deneyimsel uygulama analizi, anket ve gözlem yöntemlerinin kullanıldığı araştırmada, şimdiye kadar elde edilen verilerle, Clubhouse uygulamasında görüşlerin rahat ifade edildiği; karşıt görüşlerin alan bulduğu; uygulamanın güvenli olduğu; çoğu kişinin uygulamada gerçek kimliğini kullandığı ve sadece dinleyici olmayı tercih ettiği ortaya kondu.

Oturum boyunca çeşitli sosyal medya mecraları katılımcı kültür bağlamında ve yeni olanaklar çerçevesinde ele alındı. YouTube, Twitter, WhatsApp ve Clubhouse örneklerinin tek bir oturumda ele alınması platformların pratikte sağladıkları olanaklar ve kısıtlara dair kapsayıcı ipuçları verdi. YouTube ve Twitter’ın odağa alındığı çalışmalarda tüketim kültürünün manipülasyon gücü yeniden ortaya konurken; WhatsApp ve Clubhouse çalışmaları ile, sosyal medyanın sunduğu yeni iletişim olanaklarının gündelik hayata olan pozitif etkilerine ve gelecekteki potansiyellerine dikkat çekildi; Clubhouse’taki yayın anında orada olma gerekliliğinin, geleneksel medyada var olan canlı yayın kültürüne bir geri dönüş sağlayıp sağlayamayacağı tartışıldı.

XII. Oturum: Ağ Toplumu ve Akışlar Uzamı 2 

 “Ağ Toplumu ve Akışlar Uzamı” temalı oturumlardan ikincisi Doç. Dr. Tezcan Durna’nın başkanlığında gerçekleşti ve oturumda dört bildiri sunuldu. 

            “Ağ Toplumunda Toplumsal Hareketler, Katılım ve Siyasetin Dönüşümü” başlıklı bildirisinde Hilal Berge, Castells’in “ağ toplumu” kavramı bağlamında internetin siyasal alandaki etkisini değerlendirdi. Bu etkiyi; siyasi amaçla oluşturulan ağların nerelerde faaliyet gösterdiği, bu ağların toplumsal hayatta devlet-yurttaş ilişkisi anlamında ne gibi değişikliklere sebep olduğu, faklı alanlarda kendini gösteren toplumsal hareketlerin hangi motivasyonlar ile ortaya çıktığı konuları etrafında incelemeye aldı. İnternet tabanlı hareketlerin tarihsel serüvenlerini dünyadan ve Türkiye’den örnekler vererek açıklamaya çalıştı. Ağ toplumunda ortaya çıkan uluslararası güvenlik sorunlarının, günümüz siyasal alanındaki önemli gündem maddelerinden birini oluşturduğunu ifade eden konuşmacı; bu konuyu Arquilla ve Ronfeldt’in “noopolitik” kavramına referansla tartıştı. Kavramın, bir “noosfer” oluşumundan veya küresel bilgi ortamından ileri gelen siyasi sorunları anlatmak için kullanıldığını ve medyayı da içeren tüm bilgi sistemlerinin buna dahil olduğunu ifade etti. Berge, devletler arası savaşların artık bilgisayar ağlarına uyarlanmakta olduğunun ve galip gelmenin yolunun da geleneksel kara-hava-deniz savaş stratejilerine entegre edilecek ağ tabanlı sistemlerle mümkün olabileceğinin farklı hükümet uygulamaları ile açıklandığına değindi. Sonuç olarak konuşmacı, sosyal ağların artık, siyasi arenada baskı kurabilme ve karar alma süreçlerini yönlendirebilme potansiyeline sahip fizik sınırları aşan bir alan hâline geldiğinin; bu nedenle, söz konusu alan içerisinde, bireyin siyasal ve kültürel katılımını sağlayacak yeni yolların varlığı üzerinde düşünmenin önemli olduğunun altını çizdi. 

Uğur Evcim, “Özgürlüğün ve Gözetimin Mücadele Alanı Olarak İnternet” başlıklı sunumuna geçmeden önce oturum başkanı Tezcan Durna, internetin, ilk çıktığı günden bu yana demokrasi ile ilişkisinin ciddi bir tartışma konusu yapıldığını; diğer taraftan, özellikle son on yıl içerisinde ise gözetim mekanizmalarının işleyişine sunduğu katkıların tartışılmaya başlandığını belirtti. Tüketim davranışlarının takip edilmesi, siyasi tercihlerin manipüle edilmesi vb. süreçlerde işletilen mekanizmalar dikkate alındığında, gözetimin artık ne kadar tehlikeli, bireyi sıkıştıran ve denetim altına alan bir boyuta ulaştığının görülebileceğini ifade etti. 

Uğur Evcim, iletişim teknolojilerinde meydana gelen gelişmelerin bir taraftan özgürleştirici potansiyeliyle ele alındığını; diğer taraftan ise hayatın her boşluğuna sızan gözetim uygulamaları nedeniyle distopik bir geleceğin habercisi olarak değerlendirildiğini belirtti. Çalışmasında, etkili bir gözetim aracı hâline getirilme çabaları ile gözetim karşıtı ve karşı-gözetim çabaları arasındaki mücadelede internetin nasıl bir yol izlediğini konu aldı. Söz konusu mücadelenin geleceğine ilişkin Castells’in vizyonunu ortaya koydu; onun “ağ toplumu” kavramından yararlandı; mahremiyet ve özgürlük ilişkisi ile gözetim toplumu konusundaki görüşlerini, betimleyici ve tematik bir incelemeyle analiz etti. Castells, kontrol teknolojilerine ancak özgürlük teknolojileri ile karşı konulabileceğini düşünmekte, bu nedenle söz konusu teknolojilerden yakınmak yerine, özgürlük teknolojileriyle onlara meydan okumayı önermektedir. Bu mücadeledeki özgürlük teknolojilerini ise, “Şifreleme, Gizleme ve Anonimleştirme Yazılımlar” ve “Açık Kaynak Kodlu Yazılımlar” olarak sınıflandırmaktadır. Bu bağlamda konuşmacı, Castells’in, karamsar bir gelecek tasavvuru ortaya koyan gözetim toplumu çalışmalarından farklı bir çizgide durduğunun; gözetim ve karşı-gözetim dengesinin sağlanabileceği umutlu bir gelecek hayal ettiğinin; internetin, hükümetler ve halk arasında karşılıklı güven sağlama potansiyeline odaklandığının altını çizdi. 

“Dijital Bölünmenin Boyutları” adlı sıradaki bildiriden önce, oturum başkanı Tezcan Durna, internet teknolojilerine sahip olma ve onları etkin şekilde kullanabilme becerisinin hem önemli bir yarılmaya işaret ettiğini hem de yeni eşitsizlikleri beraberinde getirdiğini belirtti. Yeni medya Çalışmaları kongreler dizisinin bir önceki temasının da dijital eşitsizlikler olduğunu hatırlatan Durna, dijital eşitsizliklerin uzun bir dönem önemli bir sorun olarak tartışma konusu edilmeye devam edecek gibi durduğunu ifade ederek, sunumunu gerçekleştirmek üzere sözü Sayenur Şakı’ya bıraktı. 

              Sayenur Şakı, “Dijital Bölünmenin Boyutları” başlıklı sunumunda, dijital bölünme sorununu Castells’in “ağ toplumu” kavramı ışığında ve tematik biçimde inceledi. Dijital bölünmeyi; sosyal gruplar, yaş grupları, gelir durumu, eğitim seviyesi, ırksal farklılıklar, cinsiyet, aile statüsü, coğrafi kriterler, sağlık durumu, istihdam, bilgisayar sahipliği, bilgi teknolojilerini kullanım düzeyi, ülkelerin ve bölgelerin gelişmişlik düzeyi vb. çerçevesinde ele aldı. Şakı, internete sahip olanlar ile olmayanlar arasındaki ayrımın, mevcut eşitsizlik kaynaklarına temel bir bölünme kattığını; bu karmaşık etkileşimde sosyal dışlanmaların bilgi çağının vaatleri arasındaki boşlukları arttırdığını ve dünya üzerindeki birçok insan için sıkıntı yaratacak gerçekler sunduğunu belirtti. Konuşmacı sunuşunda, Türkiye İstatistik Kurumu tarafından 25 Ağustos 2020 tarihinde yapılan Hanehalkı Bilişim Teknolojileri (BT) Kullanım Araştırması sonuçlarını da paylaştı.

Oturumun son sunumu, “Gutenberg’den İnternet Galaksisine: İnternet Kültürü ve Ağ Toplumunun Zorlukları” başlıklı bildirisiyle Esra Öztürk tarafından gerçekleştirildi. Bildiride, Castells’in çalışmalarına referans verildi. İnternet kültürü, internet kullanıcılarının kültürü olarak tanımlandı; internet kültürünün özgürlük ideolojisine katkıda bulunan dört katmanlı yapısından söz edildi. Ek olarak, internet kültürünün insan hayatına yalnızca avantajlar değil, birtakım zorluklar da getirdiğinin altı çizilerek; ağlardan dışlanma, çevresel bozulma ve teknolojik canavarlar vb. unsurların ağ toplumunun bu zorlu yanlarına işaret ettiği belirtildi. Castells’in ortaya koyduğu ve özgürlük ideolojisine katkıda bulunan dört katmanlı yapı ise; tekno-meritokratik kültür, hacker kültürü, sanal cemaat kültürü ve girişimcilik kültürü şeklinde sıralandı.

Esra Öztürk’ün sunumundan sonra, oturum başkanı Tezcan Durna sunumla ilgili kısa bir değerlendirmede bulundu. İnternete kolayca erişildiğinde, orada yer alan verilerin sanki havada uçarak, kendiliğinden ve kolayca bireylere ulaştığı yanılgısına düşüldüğünü; büyük verilerin saklanması ve toplandığı yerlerin soğutulması süreçlerinin küresel ısınma üzerindeki olası etkilerinin hesap edilmediğini söyledi. Verilerin saklanma maliyetlerinin de bir şekilde doğaya yük olduğu ve bizlerin omuzlarına sorumluluk yüklediği konusunun akılda tutulması gerektiğini belirterek oturumu sonlandırdı. 

XIII. Oturum: Yayıncılığın Dönüşümünde Platformlar 

“Yayıncılığın Dönüşümünde Platformlar” temalı oturum Doç. Dr. Filiz Yıldız’ın başkanlığında gerçekleştirildi ve oturumda üç bildiri sunuldu. 

Oturum, Burhan Kılıç ve Sertaç Kaya’nın “Küresel Akış Teorisi ve Platform Kapitalizmi Çerçevesinde Spotify Platformunun Analizi” başlıklı bildirisiyle başladı. Sunuşta, kültürün artık dijital teknolojiler vasıtasıyla donatılmış bir alanda yaşanabildiği belirtildi ve dijital bir müzik platformu olan Spotify uygulaması bu alanlardan biri olarak gösterildi. Spotify platformunun küresel kültürel akış teorisi bağlamında görmüş olduğu işlevi ortaya koymayı amaçlayan çalışma, kullanıcıların verilerinden ve kullanım pratiklerinden gelir elde etme sisteminin adı olarak “platform kapitalizmi” kavramı ve Appadurai’nin ortaya koyduğu etnik, finans, medya, ideoloji ve teknoloji alanlarının kültür oluşumundaki rollerine işaret eden “küresel kültürel akış teorisi” çerçevesinde ele alındı. Spotify uygulamasında kullanıcıların her türlü müziği dinleyebildiğini, paylaşabildiğini ve platform üzerinden gelir elde edebilecek veriler sunabildiğini söyleyen Kılıç, bu sayede dijital bir ortamda dijital bir üst kültür oluştuğunun altını çizdi. Çalışmada, kültürel akışın önemli bir parçası olan müziğin, platformlar üzerinden dağıtılması ve erişilebilir hâle getirilmesinin ekonomik boyutları değerlendirildi. Spotify platformunun, daha çok kullanıcıyı ücretli hâle getirme, kullanıcıları daha uzun süre platformda tutma ve onlara hedefli reklam gösterme gibi amaçlarla algoritmaları nasıl kullandığına ilişkin örnekler verildi. Bu bağlamda, ticari şirketlerin, platform üzerinden ürünlerini pazarlama adına sundukları bazı reklamlardan örnekler sunuldu. Platformun mantığına uygun pazarlama tekniklerinin kullanıldığına işaret eden bu örnekler; dijital platformların iş yapış şekillerinde meydana getirdiği değişimin bir göstergesi olarak yorumlandı.

Oturumun ikinci sunuşu, “Küresel Kültürel Akış ve Netflix Algoritması: Kullanıcı Odaklı Bir Yaklaşım” başlıklı bildirisiyle Gökçen Cıvaş tarafından gerçekleştirildi. Çalışmanın amacı, algoritmaların farklı deneyimler içindeki katmanlı yapısını ve küresel kültürel akış ile ilişkisini kullanıcı düzeyinde kavramaya çalışmak olarak ifade edildi. Bu amaç doğrultusunda, Netflix’in algoritmasının, kullanıcıların içeriklere erişiminde nasıl bir yönlendirme/sınırlama getirdiği Netflix Türkiye kullanıcı deneyimleri üzerinden tartışıldı. Çalışmada, Netflix öneri sistemi hakkında bilgiler de verildi. Netflix’in kullanıcı deneyiminin abonelere içerik öneren bir tercih algoritmasına dayandığı; Netflix öneri sisteminin, kullanıcıların herhangi bir içeriği izleme olasılığını belirli faktörlere dayanarak tahmin ettiği söylendi. Bu faktörler; izleyici derecelendirmeleri ve izleme geçmişi gibi Netflix hizmetleriyle izleyici etkileşimleri; kategoriler, yayın yılı, başlık, türler ve daha fazlası hakkında bilgiler; benzer izleme tercihlerine ve zevklerine sahip diğer izleyiciler; bir izleyicinin şovu izlediği süre, saat ve izlediği cihaz şeklinde sıralandı. Araştırmada gerçekleştirilen 179 çevrimiçi anketten elde edilen bazı bulgular neticesinde, Türkiye kullanıcılarının %49,72’sinin Amerika yapımlarını, %48,4’ünün Avrupa yapımlarını izlemeyi tercih ettiği; Netflix’in kişiselleştirilmiş bir izleme deneyimi sunduğu görüşüne ağırlıklı olarak “kısmen katılıyorum” yanıtı verdikleri; kullanıcıların önemli bir bölümünün Netflix öneri sisteminin işleyişi hakkında olumlu bir kanaate sahip olduğu belirtildi. Konuşmacı Cıvaş, Netflix öneri sisteminin, Netflix Türkiye kullanıcılarının izleme tercihlerinde etkili olduğunu; Netflix’in genel içerikleri küresel kültürel akışa dahil etmede ve bu içeriklerin izlenmesinin tercih edilmesinde önemli bir rol oynadığını söyleyerek sunuşunu noktaladı.

              Oturumdaki son sunuş “Türkiye Bağımsız Sineması ve Dijital Platformlar Arasında Akışkan Haller” başlıklı bildirisiyle Onur Aytaç’a aitti. Aytaç konuşmasında, bağımsız yapımlarıyla öne çıkan sinemacılara konvansiyonel televizyon alanında çok fazla rastlanmadığını; buna karşın, söz konusu sinemacıların dijital mecralara yönelik üretilen işlerde olmalarının ilgiye değer olduğunu belirtti. Hem bu tercihin nedenlerini araştırmak hem de bağımsız filmler üretebilmek için gerekli finansal kaynağın sağlanması noktasında dijital platformların rolünü sorgulamak amacıyla bu araştırmaya yöneldiğini söyleyen konuşmacı, araştırma kapsamında nitel yöntemi benimsediğini ekledi. Bu doğrultuda, Blu TV platformundan 7 Yüz (2017), Masum (2017), Bartu Ben (2018) ve Alef (2019); Gain platformundan Terapist (2020); Netflix platformundan ise Bir Denizaltı Hikayesi (2021) projelerinin araştırma kapsamına dahil edildiği; hem adı geçen projelerin yönetmenleri ile hem de yapımcı Ersan Çongar ile görüşme gerçekleştirildiği ifade edildi. Araştırma sonucunda yönetmenlerin; belirli bir ağa dahil olma, kendini bu alanda deneme ve maddi kaynak sağlama istekleri dijital mecralarda iş yapmalarında öne çıkan ortak motivasyonlar olarak sıralandı. Projenin başlangıç aşamasında teslim edilen senaryoya sadık kalınarak çekimlerin yapılması ve internetin içerik açısından sağladığı görece özgür ortam, yönetmenlerin dijitale yönelmesinin diğer nedenleri olarak sunuldu. Aytaç, dijital platformlar ile Türkiye bağımsız sineması arasındaki bu karşılıklı etkileşimin giderek artmasının beklendiğini ifade ederek konuşmasını sonlandırdı. 

 Küresel kültürel akış teorisi ve platform kapitalizmi çerçevesinde Spotify uygulamasının işleyişini; Netflix öneri sistemi ve bu öneri sisteminin kullanıcı deneyimleri üzerindeki etkisini; Türkiye bağımsız sinemasının dijital platformlardaki varlığını ortaya koyan çalışmaların sunulduğu oturum, yerel içeriklerin küresel akıştaki yeri ve yayıncılığın dönüşümünde platformların oynadığı rol için önemli bir tartışma zemini sundu.

XIV. Oturum: Yeni Medya Ortamlarında Bellek Çalışmaları  

Başkanlığını Doç. Dr. Nevin Yıldız’ın yaptığı “Yeni Medya Ortamlarında Bellek Çalışmaları” adlı oturumda, sözlü tarih verileri ile kentin sivil sınırlarını çizmek; sanal miras çalışmaları; aile WhatsApp gruplarında yeniden inşa edilen geçmiş ve Instagram kullanıcı deneyimi üzerine otoetnografik inceleme şeklindeki konular ele alındı. 

Oturumun ilk konuşmasını gerçekleştiren Gizem Büyücek, “Anıları Hatırlamak: Sözlü Tarih Verileri ile Kentin Sivil Sınırlarını Çizmek” adlı sunumu gerçekleştirdi. Çalışmada, İrlanda’nın Cork kentinin yakın tarihine dair sözlü tarih hikâyelerini, öznel anahtar kelimelerle harita üzerinden işaretleyen “Cork Memory Map” projesinin bir benzerinin, Ankara/Güvenevler Mahallesi/Güneş Sokak özelinde uygulanabilirliği tartışıldı. Sözlü tarih çalışmalarının geleneksel tarih çalışmalarından farklı olan yönlerine değinen Büyücek, araştırmasında, “Cumhuriyet eliti” olarak tanımladığı insanların bireysel kent deneyimlerine yer verdiğini belirtti. Sonuç olarak araştırmacı, devam etmekte olan çalışmasında, Ankara’nın farklı yüzlerinin bir örneğini vermeyi amaçladığını söyledi.

“Kültürel Mirasın Gelecek Kuşaklara Aktarılmasında Dijital Dönüşümün Rolü: Sanal Miras Çalışmaları” adlı çalışmasını sunan Kemal Deniz; Avrupa Birliği tarafından finanse edilen ve dijital kültürel miras üzerine yapılan, INCEPTION (kültürel mirasın 3D modellemesinde yenilik); i-MareCulture (Avrupa sualtı kültür mirasına erişim için sürükleyici teknolojiler); GRAVİTATE (kültürel miras nesnelerinin 3 boyutlu yeniden inşası); Time Machine (2000 yıllık Avrupa tarihinin haritasını çıkarmak); VİMM (Sanal Çok Modlu Müzeler) adlı projelere değinerek, Türkiye’nin bu konudaki eksiklerini ve kültür mirasının dijital olarak korunarak gelecek kuşaklara aktarılmasında alınabilecek önlemleri ve yapılabilecek uygulamaları tartıştı. 

Bir sonraki konuşmacı Senem Duruel Erkılıç, “Fotoğrafın Akışkanlığında Bellek: Ailemiz WhatsApp grubunda Yeniden İnşa Edilen Geçmiş” adlı sunumunu gerçekleştirdi. Erkılıç çalışmasında, kendi aile WhatsApp grubunda paylaşılan ve 1910’lardan bugüne olan süreci kapsayan aile fotoğraflarıyla kurulan aile belleğini, dijital ortamda yürüttüğü otoetnografi yöntemiyle ele almayı amaçladığını söyledi. Paylaşılan fotoğrafları inceleyen ve gruptaki kişilerle derinlemesine görüşme yapan araştırmacı; aile fotoğraflarının paylaşımıyla kurulan aile belleğinin geniş bir zaman dilimini kapsayan bir mikro tarih anlatısı ortaya çıkardığını vurguladı. Erkılıç, çalışmasında, aile geçmişindeki ortak yaşam ritüellerini, mekânlarını ve değerlere ilişkin görüntü ve metinlerde sıklıkla anılan kişileri, kavramları, tutumları ele aldığını ifade etti. Sonuç olarak araştırmacı, dijital mecrada aile geçmişine dair fotoğraf paylaşımlarının, aile belleğinin inşasındaki rolünü ve işlevini ortaya koydu. 

Oturumun son konuşmasını gerçekleştiren Songül Özdemir, “Instagram Kullanıcı Deneyimi Üzerine Otoetnografik Bir İnceleme” adlı çalışmasını sundu. Instagram üzerine mikro alanda kullanıcı deneyimini temel alan çalışmalara az rastlandığını, bu yüzden otoetnografik yöntem kullanarak kendi Instagram kullanım deneyimini sorunsallaştırdığını ifade eden araştırmacı, sosyal medya ve akışkanlaşan sosyal ilişkiler arasında oluşan karşılıklı ilişkiyi anlamaya çalıştığını, makro düzeyde süren tartışmalar ve mikro alanda oluşan kullanıcı deneyimi arasındaki bağa yönelik bilgi üretmeyi hedeflediğini bildirdi. COVID-19 döneminde açmış olduğu “@gezilerdenbanakalan” adlı Instagram hesabını araştırma konusu yapan Özdemir, sonuç olarak, çevrimiçi sosyal hayatların pazar dinamikleri içinde yoğun bir ticarileşme saldırısı altında olduğunu; ancak mikro alanda ortaya çıkan deneyimlerin yeni medyanın sunduğu olanakları bir kez daha hatırlattığını ifade etti. Son olarak araştırmacı, söz konusu olanakların bizleri, alternatif formlar üzerine düşünmeye ve bulunacak çözümleri hayata geçirmeye dair motive etmesi gerektiğinin altını çizdi.

Oturum boyunca, sözlü tarih yöntemi ve otoetnografi yöntemi ile tasarlanan araştırmalar paylaşıldı. Yeni medya çalışmalarında yaygın olarak kullanılan yöntemlere alternatif olan ve bireysel deneyimleri öne çıkaran bu metodlar sayesinde, kültürel akışlara farklı bir perspektiften bakmak mümkün oldu. Platformların ve dijitalleşmenin negatif etkilerine bu oturumdaki araştırmalarda da değinilse bile, sağladığı olanaklar daha fazla öne çıktı. Sonuç olarak sözlü tarih çalışmalarının ve otoetnografi metodunun bellek çalışmalarına kazandırdığı özgünlük dikkat çekti. Oturumda sunulan çalışmalar, benzer araştırmalara daha çok yer verilmesi konusunda ilham verdi. 

XV. Oturum: Çoklu Yazarlıklar ve Yeni Medya 

Dr. Fırat Erdoğmuş’un başkanlığında gerçekleştirilen “Çoklu Yazarlıklar ve Yeni Medya” temalı oturumda dört bildiri sunuldu. 

Oturum, Büşra Sağlam ve İrem İnceoğlu’nun “Gençlerin Linç Algısı ve Sosyal Medyada Linç Kültürü” başlıklı bildirileriyle başladı. Bildirinin sunumu Büşra Sağlam tarafından gerçekleştirildi. Linç eylemlerinin yalnızca fiziksel formlarda gerçekleşmediğini, artık farklı internet platformlarında da meydana geldiğini ve kullanıcılar arasında dijital linç, sanal linç veya sosyal medya linci gibi isimlerle anıldığını söyleyen konuşmacı, linç eyleminin uğradığı bu dönüşümü “kolektif davranış”, “kolektif şiddet” ve Daniel Trottier’in “dijital toplum bekçiliği” kavramları çerçevesinde ele aldı. Konuşmacı; geleneksel medya ünlüleri, siyasiler, gazeteciler, influencerlar, fenomenler gibi ‘halka mal olmuş’ kişilerin sosyal medya ortamlarında linç edilebildiğini, ayrıca ‘sıradan vatandaş’ların da hedef alınabildiğini belirtti. Hedef alınan kişi veya kuruma yönelik gerçekleştirilen siber zorbalık eylemlerinin fiziksel ortama taşınabildiğinin; bu eylemlerle, kişi veya kurumların psikolojik çöküntüye ve itibar kaybına uğratılabildiğinin altı çizildi. Araştırmanın, İstanbul Adana ve İzmir başta olmak üzere, Türkiye’nin 8 farklı şehrinde yürütüldüğü; Eylül 2019-Mart 2021 tarihleri arasında 200 gençle gerçekleştirilen derinlemesine görüşmeler ve odak grup çalışmasından elde edilen verilerle, gençlerin sosyal medyada linç kültürüne yönelik algılarını ortaya koyabilmenin ve gençlerin gözünden sosyal medya linçlerinin kavramsallaştırılmasının amaçlandığı ifade edildi. Konuşmacı, hem siyasi tartışmaların daha yoğun yapılması hem de anonim olma imkânının linçe müsait bir ortam sunması nedeniyle, gençlerin sosyal medya linçini Twitter ile özdeşleştirdiklerini söyledi. Gençlerin linçlerle kendilerini bir gruba ait hissetmeleri, kalabalık bir grup içerisinde kimliklerinin anonim kaldığını düşünmeleri sosyal medya linçlerinin temel motivasyonları olarak sıralandı. Sosyal medya linçlerinin çoğunlukla toplumsal kutuplaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıktığının altı çizildi. Katılımcıların %10’unun sosyal medya linçini gerekli bulduğu, %41,7’sinin ise “duruma göre değişir” yanıtını verdiği belirtildi. “Duruma göre değişir” yanıtını verenlerin; kadınlara, çocuklara ve hayvanlara yönelik şiddet ve istismar olaylarına karışan kişilerin linçi hak ettikleri yönünde fikir beyan ettikleri ifade edildi. Sosyal medya linçini gereksiz, tehlikeli ve insanlık dışı bir davranış olarak görenlerin ise, psikolojik şiddeti fiziksel şiddetten ayırmadıkları; linçi, adaleti sağlamanın yolu olarak görmedikleri söylendi. Sunum sonunda “sosyal medya linçi”; sosyal medyada, saldırgan topluluğu rahatsız edici herhangi bir eylem neticesinde, organize olunmadan ve anlık gerçekleşen; gücünü sosyal medyanın görünürlük ve anonimlik özelliklerinden alan; bireyin hedef alındığı kolektif bir şiddet türü olarak kavramsallaştırıldı.

Oturumun ikinci sunuşu, “Küreselden Yerele Dijital Gençlik Kültürleri: Instagram’ın Zengin Çocukları Örneği” başlıklı bildirisiyle İlkay Tuzcu Tığlı tarafından gerçekleştirildi. Rich Kids of Instagram (Instagram’ın Zengin Çocukları) ve Rich Kids of İran ve Rich Kids of Turkey hesaplarının örneklem olarak ele alındığı çalışmanın amacı, gençlik kültürlerinin oluşumunda ve yayılımında yeni medyanın rolünü araştırmak; küreselden yerele uzanan çok yönlü hareketlilikleri ve yeniden örgütlenmeleri incelemek şeklinde ifade edildi. Araştırma, alt kültür teorisi ve İngiliz kültürel çalışmacıların benimsediği eleştirel kuram bağlamında tartışıldı. Instagram’ın Zengin Çocukları’nın medyada, “zenginliği açıkça ifşa eden”, “belirli bir tarza sahip”, “görgüsüz”, “gösterişçi” ve “kışkırtıcı” sınıfsal bir kolektif kimlik olarak sunulması, sayfanın örneklem olarak seçilme nedenlerinden bir olarak gösterildi. Çalışmada sembolik içerik analizine dayalı netnografik bir araştırma yönteminin uygulandığı; Rich Kids of Instagram, İran ve Turkey hesaplarında paylaşılan fotoğraf ve etiketlerin çözümlendiği belirtildi.  Konuşmacı, küreyerel bir dijital kültür sergileyen Instagram’ın Zengin Çocukları’nın diğer varlıklı gençlerden farklı olarak, toplumun değer yargılarına ve inançlarına aykırı belirleyici bazı özellikler taşıdığının altını çizdi. Instagram’ın Zengin Çocukları’nın, sembolik olarak “maksatlı bir tarz” sergilemekte olduğunu; yoksulluk, politika, gelir eşitsizliği gibi problemlere karşı duyarsız tutumlarından dolayı, toplumda öfke, rahatsızlık ve kıskançlık gibi olumsuz duygular uyandırdıklarını söyledi.  Bu sebeple, Instagram’ın Zengin Çocukları’nın egemen ideolojide zenginliğe dair kabul edilen “normal”, “doğal” ve “uygun” norm ve değerlere paralel bir kimlik sergilemediğini ifade etti. 

Sıradaki sunuş, “Siber Göç: Dijital Yerlilerin Facebook’u Terk Etme Nedenleri Üzerine Bir Araştırma” başlıklı bildirileriyle Sena Özşirin ve Gül Esra Atalay’a aitti. Sunuşta, Marc Prensky’nin interneti anadili gibi kullanan kuşak anlamında kullandığı “dijital yerliler”in Facebook’tan göç etme nedenleri ortaya konulmaya çalışıldı. Facebook’tan diğer mecralara doğru gerçekleşen siber göçün, hem Facebook’u bütünüyle terk etme eylemlerini hem de Facebook’tan bütünüyle ayrılmamış, pasif bir profille hâlâ orada kalmaya devam eden kullanıcıları kapsadığı belirtildi. danah boyd’un “bağlam çöküşü” kavramı çalışmada siber göçü açıklayan nedenlerden biri olarak sunuldu. Bu kavramla işaret edilen; dijital yerlilerin arkadaş çevresine göre inşa edilmiş olan sanal personaların, mecrayı ebeveynlerin ve uzak akrabaların keşfetmesiyle bağlamını yitirmesiydi. Konuşmacı Özşirin, çalışmada karma araştırma deseninin benimsendiğini, bu doğrultuda 693 kişiye çevrimiçi anket uygulandığını; Y kuşağına mensup olan 12 kişiyle ise derinlemesine görüşmeler gerçekleştirildiğini belirtti. Araştırma sonucunda ortaya çıkan göç sebepleri; Facebook içeriklerinin güncelliğini yitirmesi; akranların Facebook’tan başka mecralara göç etmesi; ‘yabancı’ olarak görülen uzak akrabaların Facebook’u keşfetmesi şeklinde sıralandı. 

Oturumdaki son sunuş, Zübeyde Saraçoğlu Çöklü ve Nazife Güngör’ün “İletişim Bilimi Açısından Bilişim Teknolojileri: Alan Eğitiminde BT Okuryazarlığı” başlıklı bildirileriyle gerçekleşti. Çöklü, çalışmanın amacının, iletişim bilimi açısından bilişim teknolojileri okuryazarlığına dikkat çekmek ve konu hakkında farkındalık yaratmak olduğunu söyledi. Araştırmacı, verilerin hangi kurguyla nerelerde oluşturulduğunu bilmeden, neyin doğru, neyin yanlış bilgi veya haber olduğunu kestirmenin çok zor olduğunu, bu sebeple, yeni medyanın 5N1K’sı olarak ifade ettiği BT okuryazarlığına sahip olmanın önemini vurguladı.  Araştırma kapsamında, hem akademisyen ve sektör uzmanlarıyla derinlemesine görüşmeler gerçekleştirildiği hem de Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yeni medya ve gazetecilik alanında lisans ve lisansüstü düzeyde öğrenim gören öğrencilere anket uygulandığı ifade edildi. Lisans düzeyinde yeni medya alanında öğrenim görenlerin okuryazarlık düzeylerinin yeterli olmadığı; buna karşın, lisansüstü düzeyde öğrenim görenlerde bir farkındalıktan söz edilebileceği söylendi.  Ayrıca sunumda,1965’li yıllardan itibaren var olan bir yapı olarak internetin yeni medyayı tanımlarken kullanılıyor olması sorunlu bir yaklaşım olarak ele alındı; kavram kargaşasının varlığına dikkat çekildi.

Bildirilerin bitiminde gelen soruda, çalışmada öne çıkarılan BT okuryazarlığının, “yeni medya okuryazarlığı” yaklaşımından farkı irdelendi. Çöklü, sorunun önemine dikkat çekerek, bilişim teknolojileri okuryazarlığını ölçmeye odaklanan mevcut çalışmalardan farklı olarak, kendi hazırladıkları soruların, otomatik tanıma ve veri toplama (OT/VT) süreçlerini içerdiğinin, veri-bilgi arasında geçen ve verinin kurgulanmasından paylaşılmasına kadar olan tüm süreçleri kapsadığının altını çizdi. Bir ‘like’ tuşu ile elde edilen verinin bir bilgiye nasıl dönüştürüldüğünün, o tuşun nereye kadar gidebileceğinin ve nelere sebebiyet verebileceğinin bilinmesi süreçleri bu yaklaşım kapsamında örneklendirildi. 

 “Instagram’ın zengin çocuklarını” dijital gençlik kültürleri bağlamında inceleyen araştırma ise, alt kültür kavramı üzerinden yapılan bir tartışmayla yeniden değerlendirildi. Oturum sonunda yapılan değerlendirmelerin bir tarafında ise “yöntem” konusu vardı. Özellikle, nitel yöntemi benimsemiş araştırmalar kapsamında yapılan görüşmelerin deşifre edilmesi sürecinde, konuşmanın doğal akışına ve konuşucunun dil kullanım biçimlerine ne düzeyde sadık kalınması gerektiği konuşuldu. Bu konuşma üzerine, oturum başkanı Fırat Erdoğmuş, bir sonraki Yeni Medya Kongresi’nde araştırma yöntem ve teknikleriyle ilgili farklı yaklaşımların bir araya getirildiği ve bu konudaki deneyimlerin paylaşıldığı bir ortamın yaratılabileceği yönündeki önerisini dile getirdi. 

XVI. Oturum: Hipermetinselliği Tartışmak 

“Hipermetinselliği Tartışmak” adlı son oturum, Dr. Öğr. Üyesi Tülay Atay’ın başkanlığında gerçekleşti. Oturumda, kültürlerarası iletişim; online eğitim; “Lucifer” adlı dizinin Ekşi Sözlük’te yeniden üretimi ve WhatsApp uygulamasının olanakları konuşuldu. 

Oturumun ilk konuşmasını gerçekleştiren Arda Umut Saygın, “Bir Kültürlerarası İletişim Uygulaması Olarak Slowly Uygulaması” adlı çalışmasını sundu. Geleneksel mektup arkadaşlığının dijital platform üzerinden sürdürülmesine olanak tanıyan elektronik mektuplaşma uygulaması Slowly, kültürlerarası iletişime elverişliliği açısından irdelendi. Uygulamayı kullanan kişilerle, uygulama üzerinden mektuplaşarak derinlemesine görüşmeler yapan araştırmacı, katılımcıların uygulamayı kullanım amaçları içerisinde, kültürlerarası iletişimin izlerini aradığını belirtti. Sonuç olarak Saygın, dolayımlı kültürlerarası iletişim pratiği için Slowly’nin olanaklı bir yapı sunduğunu; barındırdığı bazı özelliklerle kültürün taşıyıcılığını yaptığını; kültürlerarası iletişimi etkileyen faktörleri törpüleyebildiği gibi açığa da çıkarabildiğini; kültürlerarası iletişim açısından kullanıcılar için davranışsal yeterlilik oluşturmasa da, bilişsel yeterlilik oluşturma potansiyeline sahip olduğunu belirtti. 

Sonraki konuşmada, Mervan Sak ve Mehmet Boran’ın birlikte çalıştıkları, “Yeni Bir Kamusal Alan Deneyimi Olarak ‘Online Eğitim’ Sisteminin Olanakları ve Sınırlılıkları” adlı araştırmanın sunumu gerçekleştirildi. Katılımcı gözlem ve derinlemesine görüşme yöntemlerini kullandıklarını belirten Mervan Sak, çalışmalarında; COVID-19 salgını ile birlikte derslerine online devam eden yüksek lisans öğrencilerinin gündelik yaşam pratiklerinin dönüşümünü incelemeyi ve ders esnasında kendi özel alanlarını çevrimiçi kamusal alana taşıma biçimleri üzerinden online eğitimin olanaklarını ve sınırlarını tartışmayı amaçladıklarını söyledi. Sonuç olarak araştırmacı, pandemi ile birlikte kamusal-özel alan ayrımının dönüştüğünü, bu iki alan arasındaki ayrımın silikleştiğini vurguladı; bu duruma “çevrimiçi kamusallık” adını verdi. Online eğitimin, yüz yüze eğitimin yerine şimdilik geçemeyeceğini belirten araştırmacı, kamusal alan bağlamında değerlendirildiğinde, online eğitim sisteminin sınırlı bir kamusal alan sunduğunu ortaya koydu. 

“Medya Yakınsaması Çağında Popüler Kültüre Katılım: Lucifer’in Ekşi Sözlük’te Yeniden Üretimi” adlı çalışmasını sunan Özlem Akkaya, sunumunda, Netflix’in yapımını üstlendiği Lucifer dizisinin Türkiye’nin mevcut sosyo-kültürel bağlamında nasıl alımlandığını, izleyicilerin dizinin yeniden üretimine nasıl katıldığını irdeledi. Bir çizgi roman uyarlaması olarak Lucifer’in, Henry Jenkins’in sadece ekonomik ya da kurumsal değil, kültürel çerçeveden de ele aldığı yakınsama kültürüne bir örnek teşkil ettiğini söyleyen Akkaya, izleyicilerin bu tür popüler kültür metinlerinin yeniden üretimine katıldığı çevrimiçi bağlamlardan biri olarak katılımcı hipermetinsel sözlükleri örnek gösterdi. Türkiye özelinde Ekşi Sözlük’e odaklanan araştırmacı, nitel içerik analizi yöntemini kullandığı araştırmada, muhafazakarlık ve popüler kültür eleştirisi, ihtilaflı bir uzam olarak popüler kültür tartışması, gizliden yapılan bir mizojini ve yaş ayrımcılığı, popüler kültür savunusu ve ideal erkek tanımları gibi başlıkların öne çıkan bulgular olduğunu belirtti. Sonuç olarak araştırmacı, popüler kültür ve alt kültür arasındaki sınırların giderek bulanıklaştığı medya yakınsaması çağında, dizi izleyicilerinin popüler kültüre katılımının kinik bir keyiften eleştirel bir mesafelenmeye doğru farklı biçimler alabileceğini gösterdi. 

Oturumun son konuşmasını yapan Revşan Şen, “Hiper-Yerel Medya Aracı Olarak WhatsApp Uygulamasının Olanakları Üzerine Bir Çalışma” adlı araştırmasını sundu. WhatsApp kullanıcıları ile yarı yapılandırılmış görüşmeler yapan Şen, araştırmasında, hiper-yerel medyanın gelişim olanaklarını, küresel bir iletişim uygulaması olan WhatsApp üzerinden tartıştığını açıkladı. Küreselleşmeye karşı geliştirilen bazı yeni yerelleşme pratiklerinin, küresel dinamikler bünyesinde geliştiği için, küresel ve yerel olan arasında, farklı bir olguyu ortaya çıkardığını söyleyen araştırmacı, bu durumun Roland Robertson’un “küyerelleşme” kavramına atıfta bulunduğunu belirtti. Şen, katılımcılara, WhatsApp uygulamasını kullanım amaçlarının neler olduğunu, uygulamayı neden tercih ettiklerini, uygulamadan neler beklediklerini ortaya çıkarmaya yönelik sorular sorduğunu ifade etti. Sonuç olarak, kullanıcıların uygulamayı hiper-yerel ortamlarında önemli bir haberleşme aracı olarak kullandıklarının; uygulamanın durum, grup ve hikâye özelliğinin bu medya potansiyelini desteklediğinin altını çizdi. 

Oturum boyunca hipermetinsellik bağlamında konuşulan Slowly uygulaması, WhatsApp, Ekşi Sözlük, online eğitim gibi konular, kültürlerarası iletişim, hiper-yerel medya, yakınsama, kamusal alan kavramları etrafında örüldü.  Slowly uygulaması geleneksel bir iletişim aracı olan mektubun doğasına atıfla “yavaş bir şekilde” işleyen bir online mektuplaşma hizmeti sağlayarak, ivme çağında, yavaş olmaya dair bir alternatif sunmasıyla öne çıktı. COVID-19 ile birlikte pek çoğumuzun deneyimlediği online eğitimin aksayan yönlerinin bilimsel bir çalışma ile ele alınması kongreye ve alana katkı sundu. Lucifer dizisinin Ekşi Sözlük’te yeniden üretimi izleyicinin dönüşümü üzerine isabetli ipuçları verdi. Son olarak WhatsApp’ın hiper-yerel medya bağlamında ele alınması, farklı bakış açısıyla WhatsApp hakkında yapılan çalışmalara zenginlik kattı. 

Kapanış Oturumu 

Yeni Medya Çalışmaları V. Ulusal Kongre’nin kapanış konuşmasında kongrenin genel bir değerlendirmesi yapıldı; farklı alt temalar altında sunulan bildirilerin dikkat çektiği noktalar üzerinde duruldu. Kapanış oturumunda vurgulanan konulardan bazıları; platform kapitalizminin karşısında platform kolektifliği ve alternatif veri toplama ve dağıtım ağlarının geliştirilmesi, güvenlik hassasiyetleri sebebiyle bilgiye erişim motivasyonunun sekteye uğraması, pandemi dönemindeki akademisyen emeğinin esnek sömürü kavramı ile birlikte tartışılması, NFT olarak satışa çıkarılan tweetlerin incelenmesi ve pandemi döneminde yoğunlaşan infodemi ve infodemiyle mücadelede yanlış bilgilere karşı dayanıklılığının nasıl arttırılabileceğinin olanakları şeklindeydi. Ayrıca, sanat ve dijital medya alanlarında yeni soruların sorulmasına olanak sağlayan sunuşlara dikkat çekildi. Bu bağlamda, “Instagram’ın zengin çocuklarını” dikkat ekonomisi bağlamında inceleyen ve medyanın iklime ve çevreye zararlarının olabileceği düşüncesinden hareketle, dijital fotoğrafların dünyadaki e-atığa etkisi gibi farklı konuları irdeleyen bildiriler hatırlatıldı.

Kongre kapsamında, “Medya’da Mültecilere Yönelik Nefret Söylemi ve Yeni Bir Söylem Nasıl İnşa Edilir?”; “Zihin Haritalama ile Medya Günlükleri”; “Temel Python Eğitimi”; “Zihin Haritası Aracılığı ile Wiki İşbirliğine Dayalı İçerik Üretme” ve “İmgeler Arasında Yolculuk: Video-Deneme Atölyesi” başlıklı beş atölye ile “Algoritmaların Gölgesinde Toplum ve İletişim” ve “Reklama ‘Yeni’den Bakmak” başlıklı iki de panel gerçekleştirildi. Kapanış oturumunda da belirtildiği üzere, atölyelerdeki eğitimleri kesen ortak tema eleştirel düşünme ve yapıbozum oldu. Bu doğrultuda atölyelerde, medya araçlarının güncel kullanım alanları ile yaratıcı içerik üretimi ve yeniden üretimi, nefret söyleminin nasıl ayırt edileceği, alternatif barışçı söylemlerin nasıl inşa edileceği, kod yazımı, zihin haritaları ve video deneyiminin yenilikçi potansiyeli tartışıldı. “Algoritmaların Gölgesinde Toplum ve İletişim” isimli panelde, algoritmaların toplumsal, kültürel, siyasal ve hukuki alandaki yeri ele alınırken; “Reklama ‘Yeni’den Bakmak” isimli ikinci panelde ise, eleştirel reklam çalışmaları alanının yeni medya çalışmaları ile kesişmesi vb. konularda reklam ve reklamcılığa dair heyecan verici ve ufuk açıcı tartışmalar yürütüldü. Kapanış oturumunda özellikle vurgulanan konulardan biri, Yeni Medya Çalışmaları Ulusal Kongre’nin atölyelere ve kitap okumalarına verdiği önem oldu. Bu sayede, kongrenin yalnızca bildirilerin sunulduğu bir ortam olmaktan çıktığının; çok sayıda sivil toplum kuruluşunun, akademisyenin ve iletişim öğrencisinin bir araya gelerek görüş alışverişinde bulunduğunun, atölye programındaki uygulamalarla güncel sorunların odak konusu edildiğinin ve böylece bilimsel bilginin zeminine ve çoğalmasına katkı yapıldığının altı çizildi. 


[1](1) Geçicilik: Çevrimiçi ifadeler geçicidir. (2) Keşfedilebilirlik: Kırılmış kamulardaki içerik tesadüfen bulununcaya kadar bilinemez. (3) Kodların çözülebilirliği: İçerik kopyalanabiir, çoğaltılabilir fakat bağlamsal olarak her zaman anlaşılır olmayabilir. (4) Silososyallik: İçeriğin hedeflenen görünürlüğü herkese açıktır ve etkili izleyiciler yerelleşmiştir (Abidin, 2021).

[2]“Kırılmış kamular” (refracted publics) kavramı, danah boyd’un “ağlaşmış kamular” (networked publics) kavramının, özellikle 2010 sonrası internet kültürü örüntülerine gönderme yapacak şekilde güncellenmesi olarak ifade edilebilir. “Ağlaşmış kamular” (networked publics); 2000’li yıllar boyunca, sosyal paylaşım sitelerine ve bu sitelerin kullanıcılara sundukları olanaklara; mekânların ve kullanıcıların sürekli bağlantıda ve birbirleriyle ilişkide olma durumuna işaret etmekteydi. “Kırılmış kamular” (refracted publics) ise, 2010 sonrası platformlar ve internet kullanıcı kültürleri üzerine yapılan antropolojik ve sosyolojik çalışmalardan doğmuştur. “Kırılmış kamular”, platform veri sızıntılarının, siyasi protestoların, özellikle COVID-19 pandemisi sürecindeki sahte haberlerin bir ürünüdür. İçeriğe doyma durumunun sürekli hâle gelişine, hiper-rekabetçi dikkat ekonomilerine, oyunlaştırılmış ve verileştirilmiş metrik kültürlerine ve enformasyona duyulan güvensizliğe işaret etmektedir (Abidin, 2021). Ayrıntılı bilgi için bknz. Abidin C. (2021), “From ‘Networked Publics’, to ‘Refracted Publics’: A Companion Framework for Researching ‘Below the Radar’ Studies”. Social Media+Society. pp. 1-13.


Yeni Yıldan Tek İsteğimiz… Clearview AI’ın Yasaklanması (Ve Oluyor Gibi De Görünüyor)![1]

Ocak 4, 2022

Çeviri: Hasan H.Kayış

Dünyanın dört bir yanındaki düzenleyiciler, Clearview AI’ın dayandığı toksik iş modelini yavaş yavaş parçalıyor.

Kötü şöhretli Clearview AI, bir New York Times raporu sonrasında ilk olarak Ocak 2020’de adından söz ettirmiştir. Basitçe söylemek gerekirse Clearview AI, web’de insan yüzleri olarak algıladığı tüm görüntüleri arama yapan ve toplayan bir araç olarak bilinen “otomatik görüntü kazıyıcı” kullanan bir yüz tanıma şirketidir.

Tüm bu yüzler daha sonra devasa bir biyometrik veri tabanı oluşturmak için tescilli yüz tanıma yazılımı aracılığıyla çalıştırılır. Bunun anlamı, bilginiz olmadan yüzünüzün çok farklı kişiler tarafından erişilen Clearview AI’nin yüz veritabanında süresiz olarak saklanabileceği ve sizinle ilgili her türlü diğer çevrimiçi bilgiyle bağlantılı olabileceğidir.

Bunu neden yaptıklarını merak ediyor olabilirsiniz: çünkü devasa yüz veritabanlarına polise ve hatta özel şirketlere erişim vererek para kazanıyorlar. Bunu yaparken basit olsa da oldukça aşındırıcı bir önermeye dayanır: Eğer halka açık bir yerdeyseniz veya çevrimiçi bir şey yayınlarsanız, o zaman sizi ve verilerinizi kendi çıkarları için kullanmaları meşru bir oyun olabilir!

Clearview’in söylediği bu. Peki bu, Clearview’in firmaya ait olmayan verileri tutmasına ve firmanın uygun gördüğü şekilde kullanmasına, böylece kanun uygulayıcılarla şaibeli anlaşmalar oluşturabilmesine ve bunlardan kâr sağlamasına izin veriyor mu? Hayır, böyle olduğunu düşünmüyoruz. Ve düzenleyiciler de öyle düşünmüyordu.

Kanada, İsveç, Almanya ve Avustralya’daki veri koruma düzenleyicileri, Clearview’in veri uygulamalarını ilk kınayanlar arasındaydı. Ancak ne yazık ki kararları, şirketin özlemlerini ve Clearview gibi olmak isteyen diğer herhangi bir şirketi yıkmak için yeterli görünmüyordu (COVID-19 pandemisinin yol açtığı kurumsal fırsatçılığa bakın).

Bu nedenle, Mayıs 2021’de PI, diğer 3 kuruluşla birlikte çalıştı ve AB’deki çeşitli düzenleyici kurumlara şikâyette bulundu. PI, özellikle İngiltere ve Fransa’daki veri koruma yetkililerine şikâyette bulundu. Hermes Şeffaflık ve Dijital İnsan Hakları Merkezi, Homo Digitalis ve noyb Avrupa Dijital Haklar Merkezi’ne sırasıyla İtalyan, Yunan ve Avusturyalı düzenleyicilere şikâyette bulunmuştur.

Şikayetlerimizde, Clearview’in teknolojisinin ve kullanımının Avrupa Veri Koruma Mevzuatının üstesinden gelmek için mücadele ettiği şeylerden daha da ileri götürdüğünü savunduk. Amacımız, bireyleri bu son derece istilacı ve tehlikeli uygulamalardan korumak için koordineli yaptırım eylemi gerçekleştirmeleri için düzenleyicilere baskı yapmaktı.

Şikayetlerimizin düzenleyicilerin şirkete karşı açtıkları mevcut soruşturmalarda yardımcı olduğunu ve yeni soruşturmaları tetiklediğini görmekten çok memnunuz. Örneğin, Yunan veri koruma makamı şu anda Homo Digitalis tarafından sunulan şikâyeti araştırıyor ve benzer bir şekilde Avusturyalı düzenleyici, Clearview’den noyb’nin şikayetinde yer alan endişeleri gidermesini ve açıklama yapmasını istedi.

İngiltere’de, Bilgi Komisyonu Ofisi (ICO) Avustralyalı benzeri ile ortak bir soruşturma başlatmıştı. Bunun sonucunda Kasım 2021’de şirkete karşı 17 milyon sterlinlik potansiyel bir para cezası verme konusundaki geçici niyetini açıklamıştı. Kuruluş duyurusunda Clearview AI’nin Birleşik Krallık veri koruma yasalarına çeşitli şekillerde uymadığını tespit etti. Birleşik Krallık’taki kişilerin kişisel verilerinin daha fazla işlenmesini durdurmak ve imha etmek için şirkete geçici bir uyarıda bulunuldu.

ICO’nun geçici bulguları, Mayıs 2021’de ondan önce yaptığımız sunumlarda öne sürülen argümanları büyük ölçüde yansıtıyor. Ancak dahası da var! Daha önce bir şirketin sömürücü uygulamalarını durdurmasını talep ettiğimiz ve ayrıntılı bir sunum yaptığımız Fransız düzenleyici (CNIL), şirketten Fransa’daki kişilerin verilerini toplamayı ve işlemeyi durdurmasını emreden bir karar yayınladı! CNIL, Clearview AI’nin uygulamalarının “özellikle güçlü bir müdahalecilik” sunduğunu ve şirketin Avrupa Veri Koruma Yasalarından kaçamayacağını tespit etti.

Daha da önemlisi karar, bireylerin fotoğraflarının kamuya açık olmasının “kamuya açık kişisel verilerin, özellikle veri sahiplerinin bilgisi olmadan yeniden kullanılması ve daha fazla işlenmesi için genel bir yetki olmadığını” vurguluyor. Tüm bu kararların netleştirdiği bir şey varsa, o da şudur: Verilerimizin İnternette mevcut olması, Clearview gibi şirketlerin kâr amacıyla yararlanmalarını adil bir oyun haline getirmez. Clearview’in ve onu taklit etmek isteyen her şirketin ve kâr elde etmeyi uman her yatırımcının dersini alacağını umuyoruz. Ve umarız, bizim ve sevdiklerimizin internette paylaşmayı seçtiği anılardan yararlanmaya çalışan sürüngenlerden kurtulmaya devam edebiliriz.

[1] https://privacyinternational.org/news-analysis/4721/all-we-want-christmas-clearview-ai-be-banned-and-looks-its-happening


Aktivistler Avrupa Birliği’ni Kamusal Alanlarda Canlı Yüz Tanımayı Yasaklamaya Çağırıyor[1]

Ocak 4, 2022

Çeviri: Hasan H. Kayış, Aksaray Ünv. İletişim Fa. Ar.Gör.

12 kuruluş, teknoloji endüstrisinin hâkim olduğu bir tartışmada seslerini duyurmak için güçlerini birleştiriyor.

Beş Avrupa ülkesindeki dijital hak savunucuları, Kıta genelinde yüz tanıma ve diğer biyometrik tanımlama teknolojilerinin artan kullanımına dikkat çekmek için perşembe günü bir kampanya başlattı. Hak savunucuları bunun benzeri görülmemiş bir kitlesel gözetimin önünü açacağını söylüyorlar.

Avrupa Dijital Haklar Savunuculuğu Grubu’nun (EDRi) politika ve kampanyalar yetkilisi Ella Jakubowska POLITICO‘ya verdiği demeçte “AB liderleri ve ulusal liderlerin önünde kamuoyunun sesini duyurmak istiyoruz. Böylece bu sorunu daha fazla görmezden gelemezler” demiştir.

AB, bu yılın başlarında yapay zekâ için hazırlanmakta olan yasalar için bir sunum yaptığında kapsam hakkında Avrupa çapında geniş bir tartışma sözü vermiştir.  Siyasi liderlerin verdikleri bu söz kamusal alandaki yüzleri veya sesleri analiz ederek gerçek zamanlı olarak kalabalığın içindeki bireyleri ayırt edebilen teknolojinin nasıl çalıştığına dair bir tartışmayı kapsamaktadır.

Özel şirketlerden tek duyduğumuz bunun gibi teknolojilerin ne kadar harika olduğu ve temel haklara yönelik yasal yükümlülüklere sadık olduklarıdır. Ancak toplumsal düzeyde bunun demokrasiyi nasıl etkilediği, insanların nasıl hissettiği hakkında çok az şey duyuyoruz. Jakubowska da sokaklardaki biyometrik kitlesel gözetimin kişiler için ne anlama gelebileceğine dikkat çekiyor.

“Yüzünüzü Geri Kazanın” olarak adlandırılan çaba, mevcut yasaları kullanarak fark edilmeden bu teknolojiyi kullanan Avrupa genelindeki yetkililerin uygulamaları sonucu ortaya çıkıyor.

AB’nin gelecek yılın başlarında Yapay Zekâ yasalarını yayınlaması beklendiğinden, karar vericiler üzerinde kamusal alanlarda kullanımını düzenlemeleri için baskı artmaktadır. Ve teknolojinin tüm kesimleri gözetleme potansiyeli hakkında artan bir farkındalığın mahremiyet konusunda duyarlı coğrafyalarda direnişi nasıl körüklediği de bilinmektedir.

Jakubowska, kampanyanın ilk olarak İtalya, Yunanistan, Hollanda, Çek Cumhuriyeti ve Sırbistan’da başlatıldığını söylemiştir. Çünkü bu ülkelerin yerel örgütlerinin hepsinin “biyometrik kampanyalarında başarılı olduklarını” söylemiştir.

Bu savunma çabası, İtalya’nın Como kentinin “yasadışı biyometrik gözetim uygulamasını” bırakmasına yol açmıştır.

Jakubowska, Almanya veya Fransa dahil diğer ülkelerdeki kampanyaların yakından izleneceğini de sözlerine eklemiştir.

On iki örgütün güçlerini birleştirmesinin ardındaki fikir, büyük ölçüde teknoloji endüstrisinin egemen olduğu bir tartışmada sivil toplumun sesini duyurmasına izin vermektir.

Jakubowska’ya göre şu an tam zamanı. AB’nin “güvenilir” yapay zekada dünya lideri olma hedefini ilan etmesine rağmen Kıta genelinde giderek daha fazla “farklı biyometri teknolojilerinin otoriter kullanımlarının ortaya çıktığını” da eklemiştir.

Jakubowska, “elbette güçlü bir düzenlemeye ilgi duymayan özel şirketleri daha az, bundan etkilenen insanları daha çok dinlememiz gerekiyor demiştir. “Çünkü her zaman izleyen biri ve izlenen biri vardır.”

[1] Janosch Delcker tarafından 12 Kasım 2020 tarihinde yazıldı. Yazının İngilizce orijinal metni için bkz. https://www.politico.eu/article/activists-urge-eu-to-ban-live-facial-recognition-in-public-spaces/