“10. Galatasaray Üniversitesi Teknoloji ve İletişim Günleri: TEKİL10” başlıyor

Aralık 16, 2014

Sizi bu yıl onuncusunu gerçekleştireceğimiz “10. Galatasaray Üniversitesi Teknoloji ve İletişim Günleri: TEKİL10“a bekliyoruz.

Etkinliğimizin bu yılki konusu “Teknoloji Haberciliği, Habercilik Teknolojileri” olarak belirlendi.

TEKİL10, etkinliğin ilk gününden itibaren organizasyonunda yer almış ve ne yazık ki geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan, Türkiye’de yeni teknolojiler ve habercilik alanında önemli çalışmalar yapmış olan,  Öğr. Gör. Vedat Çakmak’a ithaf edilmiştir. 

18 Aralık 2014 tarihinde GSÜ Ortaköy Kampüsü Aydın Doğan Salonu’nda gerçekleştireceğimiz etkinlikle ilgili detayları aşağıdaki afiş ve programda bulabilirsiniz.

GSÜ İletişim Fakültesi

Program detayı:

Açılış

SABAH OTURUMU 10.00-11.40: 

“Yeni Medya ve teknoloji haberciliği”

  • “Dijital Medya Dünyasında Haber ve Habercilik” Dr. Çiler Dursun, Ankara Üniversitesi
  • “Profesyonel Haber Medyasının İnternetle İmtihanı” Doç.Dr. Tolga Çevikel Galatasaray Üniversitesi
  • “Yeni haber teknolojileri ve yeni habercilik biçimleri” Ör.Gör. İsmail Hakkı Polat, Kadir Has Üniversitesi

Soru cevap

ÖĞLEN YEMEĞİ 12.30-13.30

Öğleden Sonra Oturumu I – 13.30-15.00:

“Teknoloji ve habercilik ilişkisi: ”

  • “Yeni haber teknolojileri ve yasal çerçevesi” Gökhan Ahi, Alternatif Bilişim Derneği
  • “Teknoloji haberciliği özgürleştirir mi? Hangi olanaklar kullanılmalı, nasıl anlatılmalı” Füsun Sarp Nebil, Tüm İnternet Derneği Başkanı, türk.internet.com kurucusu
  • “Yeni medya teknolojileri örgütlenme için de bir fırsat mı?” TGS Genel Sekreteri Mustafa Kuleli

Soru cevap

Kahve Molası: 15.00-15.30

Öğleden Sonra Oturumu II – 15.30-17.00:

“Yeni haber teknolojileri ve deneyimler”

  • “Teknoloji haberciliğinin Türkiye’deki gelişimi ve mevcut durumu” Serhat Ayan, Gazeteci
  • “Yeni teknolojilerin hak haberciliği için kullanımı, Bianet deneyimi ” Haluk Kalafat, Bianet
  • “Haberciliğin yeni tarifi:140 journos” Can Pürüzsüz, 140 journos
  • “Teknolojiyle gelen yeni bakış açıları / Türkiye’nin ilk i-pad gazetesi : zete” Nurcan Akad, zete

Soru cevap

Katılımcıların sorularıyla zenginleşecek olan TEKİL10’a katılım ücretsiz. Her türlü bilgi için www.tekil.gsu.edu.tr/ adresini ziyaret edebilir, ayrıca tüm gelişmeleri Facebook ve Twitter sayfalarımızdan takip edebilirsiniz:

http://twitter.com/#!/tekilgsu

http://on.fb.me/ZVXJlA


İnternet ve daha geniş dijital dünyada hukukun üstünlüğü…

Aralık 10, 2014
İnternet ve daha geniş dijital dünyada hukukun üstünlüğü konusunda,  Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri tarafından yayımlanan tematik belge. Özet ve Komiser’in Tavsiyeleri linki:


İnternet Arama Motorlarının Ekonomi Politiği Neden Önemli? (i)

Aralık 9, 2014

Yazan: Nurhan Kavaklı-İstanbul Aydın Üniversitesi İletişim Fakültesi

İnternet (özellikle geleneksel medya ile kıyaslandığında) demokratik niteliği daha güçlü bir içerik üretimi ve paylaşımına izin veren ya da en azından bu yönde potansiyeller taşıyan bir teknoloji olarak yaşamımızda belirmiştir.  İnternet üzerindeki içerik dolaşımının (kapalı forumlar, e-postalar vs. hariç) ana yöneticisi konumundaki[ii], internet arama motorları ise bu potansiyel üzerindeki yapacakları etki açısından dikkat çekici bir önem taşımaktadır. İnternetin toplumsal muhalefetin kendini çok daha iyi ifade edebildiği ve örgütlenebildiği söylem alanlarına olanak tanıdığı ve bu alanların linkler aracılığıyla birbirleriyle bağlantılı bir durumda tüm internet kullanıcılarının erişimine açık olduğu düşünüldüğünde, söylemlerin dolaşım trafiğini yöneten arama motorlarının rolünün önemi daha da belirginleşmektedir.  İnternet, arama motorları veya kamusal alan üzerine yapılan çalışmaların birçoğunda da arama motorlarının oynadığı rolün önemi benzer doğrultuda vurgulanmaktadır. Örneğin, Lucas D. Introna ve Helen Nissenbaum’un “arama motorları söyleyecek sözü ve sunacak bir şeyi olanlar ile (bir şey) duymak ve bulmak isteyenlerin her ikisinin birden Web’e temel erişimini sağlamaktadır” (2000: 181) sözleriyle, arama motorlarının yaptığı işin sadece sıradan teknik bir işleve indirgenemeyeceğini vurgulamaktadırlar. Söylemsel metinlerin kamusal alan içindeki dolaşımının önemini vurgulayan Michael Warner (2002: 62) ise kamuyu “söylemin dönüşümlü dolaşımı tarafından yaratılan bir toplumsal alan olarak” tanımlamakta ve kamuya seslenen her şeyin kamusal alanda dolaşıma çıkmak zorunda olduğunu belirtmektedir.

İşte bu noktada öne çıkan sorulardan biri internetin yurttaş katılımına açık yapısının ve internet içeriğinin demokratik potansiyelinin internet arama motorlarınca ne denli korunabildiği sorusudur. Bu soruyu takip edebilecek ya da tamamlayacak diğer sorular ise arama motorlarının nasıl işlediği ve bu işleyişinin hangi etkiler altında şekillendiğine ilişkin olabilir. Bu sorulardan hareketle, arama motorlarının ekonomi-politik yapılanmasına bakıldığında  -Çin’e ait Baidu (arama motoru) gibi bir istisnai bir örnek olsa da- arama motorlarının genellikle ulusüstü büyük şirketlerin sahipliği altında yapılandığı görülmektedir. Bu yapılanma içinde, arama motorlarının gittikçe artan şekilde ticari faaliyetlerin bir alanı haline geldiği ve küresel çapta bir pazara dönüştüğü dikkat çekmektedir. En önemli gelir kaynağını reklamcılığın oluşturduğu arama motoru pazarında hangi şirketlerin varlık gösterdiğine baktığımızda, karşımıza Google, Yahoo ve Bing (Microsoft) olmak üzere üç büyük şirket çıkmaktadır. Ancak bunların arasında Google yüzde 90’ı aşan bir pazar payı ile pazarın tek hâkimi konumundadır[iii]. Dünya genelinde olduğu üzere Türkiye’de de arama motoru reklamcılığı diğer tüm dijital reklam türleri arasında en önde gelmektedir[iv]. Dolayısıyla, internet kullanıcılarının internet üzerinde aradıkları içeriğe en uygun ve doğru şekvlde ulaşabilme süreci ekonomik ve ticari ilişkilerle dolayımlanmış bir dizi ilişkiyi de içermektedir.

Arama motorlarının sahiplik yapısında görülen yoğunlaşma eğilimi, internette arama yapmanın ticari bir faaliyet alanı niteliğini kazanması, arama motorları şirketlerinin internet üzerinden yürütülen ticari nitelikteki diğer faaliyetleri de bünyesinde toplayan büyük şirketlere dönüşmüş olması, arama motorlarının (dolayısıyla da internetin) demokratik potansiyeli açısından tartışmalı bir görüntü vermektedir. Nitekim, arama motorlarının var olan işleyiş yapısıyla internetin daha demokratik bir kamusal alan oluşturma potansiyeline yönelik olumlu beklentileri güçlendirmekten öte zayıflatacağına yönelik kaygılar ve eleştiriler de bulunmaktadır. Başta Google olmak üzere birçok arama motoru tarafından kullanılan ve arama motorunun teknolojik yapısının temelini oluşturan PageRank algoritması, bu eleştirilerin odak noktalarından birini oluşturmaktadır. Bu bağlamda tartışmalarda sorun olarak öne çıkarılan bir konu, PageRank algoritmasının biçimlenmesinin ardındaki itici gücü oluşturan unsurun pazar ekonomisi olduğudur.

Pagerank, internette belirli bir konudaki içeriğe erişmek isteyen kullanıcıların aynı konudaki içeriğe sahip binlerce web sitesi arasından hangilerine ve nasıl bir öncelik sıralaması ile erişebileceğinin hesabını yapan matematiksel bir yapıdır. İlk olarak Google tarafından internette web sitesi taraması ve sıralaması yapılmasında kullanılan PageRank,  birçok Türkçe içerikli sitede “sayfa değeri” olarak anılmaktadır. Temel olarak, bir sayfadan diğer bir sayfaya olan bir linkin birinci sayfanın sahibinin/yazarının diğer sayfayla ya da siteyle ilgilendiği ve onu önemli bulduğu varsayımı üzerine kurulmuştur. PageRank sistemine göre bir sayfa ne kadar çok sayıda başka sayfalardan link almışsa bu o sayfanın çok sayıda kişinin ilgisini çektiğini göstermektedir. Bu tür bir sayfa “önemli”, “kaliteli” ya da “popüler” olarak kabul edilmektedir ve sayfanın PageRank değeri artmaktadır. Bağlantı sayısından hareketle geliştirilen algoritmada, çok sayıda başka siteden link verilmiş olan bir sayfanın arama sonuçları içerisinde, diğer sayfaların önüne geçme şansı bulunmaktadır (Cho ve Roy, 2004: 20-21). Ayrıca, bu formül çerçevesinde bir sayfaya diğer sitelerden gelen linklerin PageRank değerleri de o sayfanın PageRank değerini etkilemektedir. Bir sayfaya link veren sayfaların popülerliğinin yüksek olması da, yine o sayfanın popülerliğini arttıran bir etken olarak kabul edilmektedir. Böylece, bir sayfanın 3sonuç sıralamasında yukarı çıkmasında, PageRank’ı düşük olan birçok siteden link almak yerine yüksek PageRank değerine sahip sitelerden link alması avantaj sağlamaktadır. Böylece, bir web sayfasının kalitesinin ya da öneminin belirlenmesi sayfanın bağlantı sayısı ve durumuna endekslenir olmuştur.

PageRank’ın yaygın olarak kullanılması, sayfa popülerliğinin arama motoru reklamcılığında gözetilen bir ölçüt haline gelmesine yol açmıştır. Öte yandan, PageRank’in işleyiş mantığı akademik çevrelerden çeşitli eleştirileri de beraberinde getirmiştir. Örneğin, Jürgen Gerhards ve Mike Schafer (2010: 155) bu tür bir arama ölçütüne göre işleyen sistemin, sıradan yurttaşlara kıyasla ekonomik olarak daha güçlü konumdaki özel ya da devlet kurumlarının lehine ayrımcılık yaptığına belirterek demokratik bir kamusal alan açısından sorunlar barındırdığını ifade etmektedir. Yazarlara göre sayfa popülerliğine göre yapılan düzenleme, devlet kurumları, bakanlıklar gibi büyük ve kurumsallaşmış aktörlerin web sayfaları lehine sonuçlar verirken sivil topluma ait aktörlerin aleyhine işleyecektir. Çünkü büyük bağlantıları olan network’leri kurmak, ekonomik ve kurumsal açıdan büyük ve güçlü kaynakları gerektirmektedir. Kamuoyunun demokratik bir şekilde oluşumu için kamusal iletişime katılımı hayati derecede önem taşıyan sivil toplum aktörlerinin, hem dağınık bir yapıda olması, hem de ekonomik ya da siyasi açıdan göreceli olarak daha güçsüz olmaları onları böyle güçlü ağlar kurmaktan alıkoyacaktır.  Benzer kaygılara değinen bir başka yazar olan Matthew Hindman (2009: 55), PageRank sisteminin esas aldığı sayfa link bağlantılarının bir siteye ulaşmak için temel ölçüt haline gelmesi durumunu “Googlearchy” olarak adlandırmaktadır. Yazara göre, internette sesini duyurmak isteyenler için küçük bir site kurmanın yeterli olacağı düşünülse bile, bu site link bağlantıları çok olan büyük siteler kadar trafik almayacağı için çok düşük bir görünürlüğe sahip olacaktır. İnternet üzerindeki trafiğin bağlantı sayıları fazla olan siteler üzerinde yoğunlaştığına dikkat çeken Hindman, internet üzerinden politik aktivitelerin yürütülmesinde, web sayfalarının içeriği kadar, internetin link yapısına da uygun düzenlemeler yapılmasını önermektedir (Hindman 2009: 38). Arama motorlarının düzenlediği iletişimin adaletsiz bir yapı oluşturduğuna dikkat çeken Cho ve Roy (2004: 21) ise sayfa popülerliği ölçütüne dayanan bir arama mekanizmasının, bir anlamda “zengin daha da zenginleşir” (rich-get-richer) şeklinde işleyerek popüler sayfaları daha da popüler yaptığını söylemektedir.  “Kalitenin”  öznel bir kavram olduğuna dikkat çeken yazarlara göre, popüler olan siteler devamlı olarak arama sonuç listelerinin başında yer aldığı için daha fazla tıklanmakta ve bağlantı almakta, buna karşılık bilinmeyen “kaliteli” siteler ise fark edilme şansını kaçırmaktadırlar.

Arama motorlarının “kalite” anlayışındaki soruna değinen bir başka çalışmanın yazarı van Couvering’e (2007) göre de arama motoru geliştirilmesi sürecinde belirleyici unsurlar pazar ya da teknolojiye (verim, kolaylık vb. özelliklere) yönelik kaygılardır. van Couvering, arama motorlarının geliştirilmesi ve işleyişi sürecinde söz sahibi olmuş kişilerin “arama motoru kalitesi”ni nasıl tanımlandığına dair söylemleri analiz ettiği çalışmasında, kâr, rekabet, gelir ve maliyet gibi pazara yönelik kaygılar ile ölçümler ve deneysel çalışmalara bağlı teknolojik kaygıların “kalite” kavramını yapılandırdığı sonucuna varmıştır. Gazetecilerin medya içeriği kalitesini tanımlarken kullandıkları ana betimleyiciler olan “doğruluk” ve “temsil etme”ye dair kaygılar arama motoru üreticilerin kalite anlayışında yer almamaktadır (van Couvering, 2007: 866).

Yukarıda anılan tartışmaların da ışığında PageRank algoritmasının sorunlu görülen “kaliteli” sayfa anlayışında, arama motorlarının küresel bir pazara dönüşmüş ve reklamla dolayımlanmış ekonomi politik yapısının ve bu yapının yönlendiriciliğindeki kârı maksimize etme mantığının izlerini sürmek mümkündür.  PageRank’te bir siteyi “kaliteli” kılan link sayısı, diğer taraftan bir sitenin ulaşabileceği potansiyel müşteri sayısını göstermektedir. Üstelik arama motorlarında aramalar belli anahtar kelimeler ile yapıldığından, kullanıcılar, otomatik olarak bu anahtar kelimelerle ilgili ürünlerin potansiyel alıcıları konumuna indirgenmektedir. Bu durum, internette alış veriş yapmak için yapılan aramalarda bir dereceye kadar anlaşılabilir olsa da, arama motoru evreninin tümünü ticari kaygıların hâkim olduğu küresel bir pazara, arama yapan kullanıcıları da müşteriye dönüştürmesi nedeniyle sorunlu görünmektedir.

Sonuç olarak, arama motorlarının, internetin demokratik potansiyelini ve dolayısıyla da demokratik bir kamusal alanın oluşumunu destekleyip, geliştirebilecek bir ekonomi-politik yapılanmaya sahip olduğunu söylemek güç görünmektedir. Diğer yandan, internet kullanıcıların büyük çoğunluğunun arama motorlarının ekonomi-politik işleyişi hakkında bilgi sahibi olmadığı ve internet arama motorlarını güven duygusuyla kullandıkları düşünüldüğünde bu durumun sakıncaları daha da belirginleşmektedir. Benzer sorun, sivil toplum örgütleri ya da toplumsal hareketler gibi yerel ya da küresel düzeyde demokratik talepleri seslendirmek ve ekonomik, siyasi ya da sosyal politikaları etkilemek amacıyla internete yönelen demokratik oluşumlar için de geçerlidir. Arama motorlarının işleyişini dikkate almayan/bilmeyen oluşumlara ait web siteleri zayıf link bağlantılarından dolayı  dezavantajlı duruma kolayca düşebileceğinden, fark edilebilme ya da fark yaratabilme şansını bile yakalayamadan sanal ortamın derinliklerinde yok olup gitme riski ile karşı karşıya kalabileceklerdir.

(i) Bu yazı, Kültür ve İletişim’in 2014, 17(2) sayısının 125-149. sayfalarında yayınlanan “İnternet Arama Motorları ve Kamusal Alan: Arama Motorları Kimin için Çalışıyor” başlıklı makaleden, Yeni Medya Blogu için kısaltılarak hazırlanmıştır.

[ii] Facebook ve Twitter gibi sosyal ağlar da internet üzerinden işitsel ya da yazılı metinlerin dolaşımında etkin bir rol oynamakla birlikte, arama motorları kadar genel ve kapsayıcı olamamaktadır. Bunun nedenleri arasında paylaşılan kelime sayısındaki sınırlamalar (örn. Twitter), sosyal ağlardaki kullanıcıların hesaplarını kendi arkadaş grubu dışındakilere kapama seçeneklerinin olması ya da Twitter, Facebook ve benzeri sosyal ağlardaki üyelerin sadece kendi düşüncelerine yakın olanları arkadaş olarak seçebilmeleri ile kendi ideolojik görüşlerine uygun kişileri takip etme eğiliminde olmaları verilebilir. Ayrıca, bu tür sosyal paylaşım ağlarının da arama motorlarına bağlantı vermesi nedeniyle, arama motorlarının kapsadığı iletişim alanı içine girmesi mümkün olmaktadır.

[iii] Netmarketshare/Market share statistics for Internet technologies/Search engine marketshare. https://www.netmarketshare.com/search-engine-market-hare.aspx?qprid=4 &qpcustomd=1.  Erişim tarihi: 20.06.2014.

[iv] Detaylı bilgi için için bkz. Nurhan Kavaklı (2014), “İnternet Arama Motorları ve Kamusal Alan: Arama Motorları Kimin için Çalışıyor”, Kültür ve İletişim, 17(2), Ankara: İmge Kitabevi: 125-146.

Kaynakça:

Cho, Junghoo ve Sourashis Roy (2004). “Impact of Search Engines on Page Popularity.” Word Wide Web Conference. http://oak.cs.ucla.edu/~cho/papers/cho-bias.pdf . Erişim tarihi: 20.09.2010.

Gerhards, Jürgen ve K. Mike Schafer (2010). “Is the Internet a Better Public Sphere? Comparing Old and New Media in the USA and Germany.” New Media & Society 12 (1): 143-160.

Hindman, Matthew (2009). The Myth of Digital Democracy. Princeton: Princeton University Press.

Introna, Lucas D. ve Helen Nissenbaum F. (2000). “Shaping the Web: Why the Politics of Search Engines Matters.” The Information Society. 16(1): 169-185.

Netmarketshare/Market share statistics for Internet technologies/Search engine marketshare. https://www.netmarketshare.com/search-engine-market-hare.aspx?qprid=4 &qpcustomd=1.  Erişim tarihi: 20.06.2014.

van Couvering, Elizabeth (2007). “Is Relevance Relevant? Market, Science, and War; Discourses of Search Engine Quality.” Journal of Computer-Mediated Communication 12(3): 866-77.

Warner, Michael (2002). “Publics and Counterpublics.” Public Culture 14(1): 49-90.


Council of Europe “Issue Paper” on “The rule of law on the Internet and in the wider digital world”

Aralık 8, 2014

by Douwe Korff Emeritus Professor of International Law

E mail: douwe@korff.co.uk

MAIN POINTS

Today, 8 December 2014, the Commissioner for Human Rights of the Council of Europe, Nils Muižnieks, released a so-called “Issue Paper” on The rule of law on the Internet and in the wider digital world, with important conclusions and recommendations. They cover four topics of particular interest to civil society: privatised law enforcement, suspicionless mass data retention, cross-border “pulling” of data by law enforcement agencies, and global surveillance by national security agencies.

On privatised law enforcement, the Commissioner says that States should not circumvent their human rights obligations “through ad hoc arrangements with private actors who control the Internet and the wider digital environment”, such as ISPs and MNOs. Rather,

Member states should ensure that any restrictions on access to Internet content affecting users under their jurisdiction are based on a strict and predictable legal framework regulating the scope of any such restrictions and affording the guarantee of judicial oversight to prevent possible abuses. In addition, domestic courts must examine whether any blocking measure is necessary, effective and proportionate, and in particular whether it is targeted enough so as to impact only on the specific content that requires blocking. Member states should not rely on or encourage private actors who control the Internet and the wider digital environment to carry out blocking outside a framework meeting the criteria described above.

The Commissioner condemns compulsory mass retention of communications data (such as was imposed by the EU’s Data Retention Directive until it was found to be in breach of the EU’s Charter of Fundamental Rights and invalid) as “fundamentally contrary to the rule of law, incompatible with core data-protection principles and ineffective”; and adds that “Member states should not resort to it or impose compulsory retention of data by third parties.

On cross-border “pulling” of data, according to the Commissioner:

Member states should ensure that their law-enforcement agencies do not obtain data from servers and infrastructure in another country under informal arrangements [with other law enforcement agencies or private companies]. Rather, they should use the mutual assistance arrangements, and the special arrangements for expedited data preservation, created by the Convention on Cybercrime. Law-enforcement agencies in one country should not rely on the fact that private entities – such as Internet service providers, social networks or mobile network operators – in other countries have obtained authority to disclose their customers’ data under their general terms and conditions. [1]

On surveillance by national secutity agencies, the Commissioner stresses that “The ECHR and [the CofE Data Protection Convention] must be applied to all activities of the states that are party to these conventions, including states’ national security and intelligence activities.

Specifically, in order to achieve respect for the rule of law on the Internet and in the wider digital environment:

  • states should only be allowed to invoke national security as a reason to interfere with human rights in relation to matters that threaten the very fabric and basic institutions of the nation;
  • states that want to impose interferences with fundamental rights on the basis of an alleged threat to national security must demonstrate that the threat cannot be met by means of ordinary criminal law, compatible with international standards relating to criminal law and procedure;
  • the above also applies to actions of states that relate to the Internet and e-communications.

Moreover, according to the Commissioner, “Member states should bring the activities of national security and intelligence agencies within an overarching legal framework.” He stresses that “[u]ntil there is increased transparency on the rules under which these services operate – domestically, extraterritorially and/or in co-operation with each other – their activities cannot be assumed to be in accordance with the rule of law.” Although this is not expressly spelled out in the Commissioner’s recommendations, elsewhere in the Issue Paper it is noted that:

Under Article 52 of the ECHR, the Secretary General of the Council of Europe has the right to initiate an “inquiry”, under which all states parties (that is, all member states of the Council of Europe) can be required to provide such information. This would appear to be an appropriate way to collect the texts of the relevant laws, rules, rulings and treaties.

And finally, in this respect:

Member states should also ensure that effective democratic oversight over national security services is in place. For effective democratic oversight, a culture of respect for human rights and the rule of law should be promoted, in particular among security service officers.

DK/Cambridge

8 December 2014

[1]              NB: The view expressed in the last sentence of the Commissioner’s recommendation is also reflected in a letter from the EU “Article 29 Working Party” on data protection to the Cybercrime Committee of the Council of Europe of 5 December 2013, in which it says that “companies acting as data controllers usually do not have the “lawful authority to disclose the data” which they process for e.g. commercial purposes according to the EU data protection acquis. They can normally only disclose data upon prior presentation of a judicial authorisation/warrant or any document justifying the need to access the data and referring to the relevant legal basis for this access, presented by a national law enforcement authority according to their domestic law that will specify the purpose for which data is required. Data controllers cannot lawfully provide access or disclose the data to foreign law enforcement authorities that operate under a different legal and procedural framework from both a data protection and a criminal procedural point of view.” (quoted in Working Document on surveillance of electronic communications for intelligence and national security purposes, WP228 of 5 December 2014, p. 47; footnotes omitted).


İstanbul Üniversitesi Bilişim Hukuku Kulübü Bilişim Hukuku Sempozyumu Gerçekleştiriyor…

Aralık 4, 2014
İstanbul Üniversitesi Bilişim Hukuku Kulübü Bilişim Hukuku Sempozyumuünya üzerinde sınırları kaldıran internet teknolojileri sürekli bir gelişim halinde olduğundan klasik hukuk kurallarının, bu gelişmelere uyum sağlaması zorunlu hale gelmiştir. Bu ihtiyacı karşılamak amacıyla, hukuk alanında  öncü olan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi  ve İÜHF Bilişim Hukuku Kulübü olarak ”Bilişim Hukuku Sempozyumu” gerçekleştirilecektir.

Sempozyum kapsamında; çok sayıda akademisyen, hukukçu ve bilişim uzmanlarının desteği ile gerçekleştirilecek olan bu faaliyette çeşitli oturumlar sunulacaktır. Bu oturumlarda teorik ve pratik olarak değinilmesi gereken güncel hukuki sorunlara ilişkin, farklı bakış açılarını bir araya getirmek amacındayız.

Sempozyumda; bilişim ve teknoloji hukukukunun dünyada ve ülkemizde gelişimi, ceza hukuku alanında bilişim suçlarıyla mücadele ve dijital delillerin elde edilmesi-analizi, siber savaş hukuku, özel hukuk alanında ise telif sorunları, kişisel verilerin korunması, elektronik ticaret gibi daha bir çok güncel başlıkta bilişim hukuku konuları ayrıntılarıyla ele alınacaktır.

Bilişim Hukuku Sempozyumu herkese açık ve ücretsiz olarak gerçekleştirilecektir. Katılımcıların online kayıt formundaki bilgileri eksiksiz şekilde doldurmaları rica olunur. Katılım sertifikası düzenlenecektir.

Tüm Programın Akışı İçin:

http://www.bilisimhukukukulubu.com/wp-content/uploads/2014/12/Bili%C5%9Fim-Hukuku-Sempozyumu.pdf

Bu sempozyum çerçevesinde; 15 Aralık 2014 Pazartesi günü 15:30’da İstanbul Üniversitesi Kültür ve Kongre Merkezi’nde DİJİTAL OYUN HUKUKU VE TELİF SORUNLARI başlıklı oturum gerçekleştirilecektir.

Oturum Başkanı: İÜHF Öğr. Üyesi Doç.Dr. Burak Gemalmaz

Serhat Koç – Avukat
Dijital Oyunların FSEK Tarafından Korunması

Mete Tevetoğlu – Yrd.Doç.Dr. Maltepe Üni.
Dijital Oyun Hukuku Sektöründe Sözleşme Tipleri

Özgür Soner – CTO, lngame Group
Türkiye’de Oyun Sektöründeki Gelişmeler

Doğukan Bora Savaş – Arş. Gör. Karadeniz Teknik Üni.
Tanrı Kod Kuramı: Oyun, İktidar, Avatar


Doğa Tarihi’ni, Sosyal Medya ve Benlik İlişkisini Okumak-Yazmak II: BEN NEYİM/KİMİM? -DOĞA TARİHİ, BENLİK VE NELİK/KİMLİK ÜZERİNE

Aralık 1, 2014

Yazan: Şeyda KOÇAK KURT, Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları AnaBilim Dalı Y.Lisans Programı

“Hep farklı olmalıydı. Farkı fark edilmeliydi. Kalitesi gözle görülmeliydi. Kesintisiz olarak arzulanmalıydı. İştah, takdir ve kıskançlık dolu gözler hep onun üzerinde olmalıydı. ”
İnternet denilen bir zamanların zararsız ve “sanal” dünyasının günümüzde, düşünüldüğü kadar bizden apayrı bir yerde duran ve bambaşka bir dünya olduğu düşüncesi geçerliliğini artık korumuyor. Anonim olmak ve kendine benlik ve kimlikler yaratma fırsatı, kazanılmış bir cennet imkanı yaratsa da, sosyal medya araçlarının gelişmesiyle bilgilerini, bilerek ve isteyerek paylaşma ve duyurma ihtiyacına doğru bir dönüşümün gerçekleştiğini söylemek mümkün. Peki, bu paylaşımları neden yapıyoruz? İnsanların hayatlarımız hakkında daha fazla bilgiye sahip olmasını niçin istiyoruz? İnsanlara göstermek istediğimiz şey/kişi, nedir/kimdir?
Bruce Hood, 2014 tarihli Benlik Yanılsaması: Sosyal Beyin Kimliği Nasıl Oluşturur? (Self Illusion) isimli eserinde “fark edilme” dürtüsünün altını çizer ve hayatımızı diğerlerine bu kadar açma isteğimizin altında fark edilmeye bağlı olarak popüler olma duygusunun baskınlığını sebep olarak gösterir. Aynı zamanda çevrimiçi olma ihtiyacı, bir nevi varlığını kanıtlamadır:
“Sosyal ağlarda içerik paylaştığınızda arkadaşlarınızı tepki göstermeye davet etmiş olursunuz. Kendi özel görüşünüzü değil, varlığınızı dünyaya yayınlarsınız. Çevrimiçi etkinliğinizin ürettiği ziyaret ve yorum sayısı, size ve daha önemlisi diğerlerine ne derece önemli olduğunuzu anlatır. Çoğumuz fark edilmek ister ve sosyal ağlar bu arzuyu etkinliğinin merkezi haline getirir. Başkalarının varlığınızı onaylaması, bireylerin aradıkları popülaritenin ölçütüdür” (Hood, 2014: 294).
Hood’un düşüncelerini Doğa Tarihi’ndeki Doğa üzerinden değerlendirecek olursam, benzer bir sonuca ulaştığımı söyleyebilirim. Doğasında fark edilmek olan Doğa için genelinde sosyal medya, özelinde ise Facebook, mükemmel bir mekân sunmaktadır. Kişinin kendini en özel hissettiği günlerden biri olan doğum günü, Doğa için kuru bir tebrik ya da bir pastayla geçiştirilecek bir hadise değil, aksine bütün günü ya da daha fazlasını kapsaması gereken bir kutlu doğum haftası etkinliğine dönüşmeli, özel olduğunu sürekli hatırlatmanın en güzel yollarından biri haline gelmelidir. Bu özel olma hali ise, yalnızca “gerçek” hayat üzerinden değil, sosyal ağlar üzerinden de “gerçek”leştirilmelidir:
“Cafe Jungle’dan bitki çayı alıp Facebook’un başına döndü. Saatler önce kesilip yenilen, hatta bir kısmı plazanın kanalizasyonuna karışmış olan çilekli pastanın fotoğrafını duvarına ekledi. Altında gülücüklü, kalpli, kıpır kıpır mesajlar uçuşmaya başladı. Mumlara bir tur da sanal yollu üfledi. Beğenildikçe beğenildi. Doğa ilgiden memnundu” (Bıçakcı, 2014:23)
Türkiye’de 35 milyon kullanıcı ve 36 milyon aktif Facebook hesabının bulunduğunu düşündüğümüzde, tıpkı Doğa gibi sosyal medya ortamlarında kendisini üretmek isteyen kişi sayısının azımsanmayacak derecede çok olduğunu söylemek gerekir. Bir zamanların “sanal kimlik” olgusunun tıpkı internetin sanallığı meselesi gibi rafa kaldırıldığını ve onun yerine “kimlik egzersizleri” denilen kavramın yürürlüğe girdiğini ve kullanıcıların bu egzersizleri yaparken gayet bilinçli olduklarını biliyoruz. Bu ortamlarda yer alan kişiler olarak, “kendi”liklerimizin istediğimiz kısımlarını arkadaşlarımıza/ailemize/akrabalarımıza açıyor, öne çıkmasını istediğimiz özelliklerimizi paylaşma ihtiyacı duyuyoruz. Burada benden bağımsız bir “ben” olarak yer alıyor, ama benden ayrı bir “ben” sergilemediğimizi düşünüyoruz. Neticede kimse kendisini ikiyüzlü olarak tanımlamaz. Yoksa Doğa gibi bizim de, Ankaralı Turgut’un klibini izlemeye dayanamıyor olsak bile, Facebook’ta paylaşmamız sırf “eğlence” olsun diyedir.
“Salondaki sehpada duran tablet bilgisayarından Facebook’a girip kuaförde çektiği fotoğrafa gelen yorumlara baktı. Yorum yoktu. Ama on yedi kişi beğenmişti. Doğa, on yedi kişi tarafından alkışlanmaktaydı. Ayağa kalktı. Gururlu bir ifadeyle eğilip bilgisayarı sehpaya bıraktı” (Bıçakcı, 2014:.30-31).
Goffman, 1959 yılında yayımlanan, Gündelik Yaşamda Benliğin Sunumu (The Presentation of Self in Everyday Life) isimli ünlü çalışmasında kişiler arasındaki tüm yüz yüze ilişkileri/etkileşimi teatral bir performans olarak ele alır. Ona göre kendilik ve kimlik denilen mesele, bu performans üzerinden kurulur. Goffman aynı zamanda rol, oyuncu, izleyici, sahne önü, sahne arkası gibi kavramlarla sosyal sahnenin çeşitli yönlerini açıklar. Bu yaklaşımda, bireyler çeşitli sahnelerde rol alan oyunculardır ve davranışları oyuncular arasındaki etkileşimin sonuçlarıdır. (akt. Morva, 2014:235).
Doğa’nın Facebook’taki görünürlüğü, Goffman’ın performans dediği şeye işaret etmektedir. Tıpkı bir sahne sanatçısı gibi, rolünü en iyi şekilde oynamalı, -klasik bir deyişi malzeme yapacak olursak- babası ölse ve yüreği kan ağlasa dahi sahne önünde başarısından asla ödün vermemelidir. Nitekim Doğa, babasını bir trafik kazasında kaybettiğinde, acısını “dost”larıyla paylaşır:
“İlan işini hallettikten sonra Facebook’a girip babasının ölümünü haber veren acıklı bir ileti yazdı. Facebook’a verilen bu gayrı resmi ilanın metni “O şimdi melek oldu ve yukarıda bir yerlerden bize bakıp gülümsüyor”, diye bitiyordu. İletinin altına gelen başsağlığı yorumlarını okurken Doğa’nın gözleri doldu” (Bıçakcı, 2014: 168)
Çünkü Doğa’nın babasının ölümü, tek başına bir şey ifade etmez. Paylaşıldığı ve diğerleri tarafından görüldüğü zaman varlığı/yokluğu kabul edilmiş olur. Çünkü izleyicisiz bir performans düşünülemez, anlamsızdır. Doğa, artık babasız bir kız olduğunu ispatlamıştır.
Her ne kadar kitapta iletinin altına yalnızca yorum geldiği yazsa da, Facebook’un özelliklerinden “like”lamak da bu tür paylaşımlarda sıkça uygulanan bir davranış bozukluğu olarak kendisini gösteriyor. “Beğenmek/beğenilmek” pek çoğumuz tarafından gündelik hayatın birebir karşılığı olarak algılansa da, “ölümü beğenmek” ciddi bir rahatsızlığa işaret ediyor gibi görünüyor.
Ne olursa olsun, Facebook pratiklerinde “beğenilmek” benliğin bir ispatı olarak çıkıyor karşımıza. Sayı ne kadar çok olursa, o kadar kabul edilebilir, aynı zamanda erişilmek istenen konumda yer alıyoruz. Beğenildiğimiz kadar varız ve beğenildiğimiz kadar biziz. Sayıların güvenilirliği, pozitivist aklın etkinliği, Facebook’taki beğenilme oranımıza yansıyarak hayatlarımıza nüfuz ediyor dersek yanılmayız.
“Eklediği fotoğraflar eskisi kadar “beğen”ilmiyordu. Üstelik bu bir kuruntu olamazdı. Rakamlarla ispatlanmış istatistiksel bir veriydi. Düşüşe işaret eden rakamlar, tüm dehşet vericiliğiyle ortadaydı. Ne yapıp edip çözmesi gerekiyordu bu sorunu. İşlerin yoluna girmesiyle birlikte fark ettiği bu yeni dert, çığ gibi büyümeye başladı içinde. Kontrolsüz bir çığlık gibi boğazında birikti” (Bıçakcı, 2014: 147-148).
Doğa, mükemmel olma sevdası uğruna aynaları parçalarken, Marwick ve Boyd’dan aktaran Çizmeci (2014:400); “ “İdeal okuyucu”, yazarla aynı özellikleri taşıyan ve yazarın bakış açısını paylaşıp, yazdıklarını takdir eden kişidir. İdeal okuyucu, kullanıcının “aynadaki imgesi”dir” demektedir. Dolayısıyla, Doğa’nın gündelik yaşamda benliğini oluştururken okuyucu/seyircisinin varlığı kendisi için büyük önem arz etmekle birlikte, bahsedilen benliğin bir okuyucu/izleyici olarak kendisinde de vücut bulduğu söylenebilir. Yani, birey sosyal medya ortamlarında sergilediği performanslara bağlı oluşturduğu kimlikleri en çok kendisi izler ve beğenme/beğenmeme tasarrufunda bulunur. Doğa’nın “küçük adamlar” görmesine bu dönüşüm mü vesile olmuştur bilinmez, lakin hepimizin oyunculuğun yanında seyirci rolü olduğu bir gerçek.

“Bir yandan tablet bilgisayarından Facebook’a girdi. Bir arkadaşlık teklifi vardı. Adına baktı, fotoğrafa baktı. Tanımadığı biri… Ortak arkadaşları da yoktu. Yine de kabul etti. Yeni arkadaşının profilini inceledi. Sıradan birine benziyordu. Sonra kendi profiline girip fotoğraflarına baktı. Kendini tanımayan birinin gözüyle…” (Bıçakcı, 2014:56). Bentham’ın huzursuzluk veren ve beraberinde itaati getiren “panoptikon”u, sosyal medyada gönüllülük ve hoşnutluk esaslarına dayanır. “Gözetle(n)mek” görülmek, görülmek ise bilinmek anlamına geldiğinden bilerek ve isteyerek kendimizi ortaya koyma yarışına gireriz. Goffman (akt. Timisi, 2005:102), sahne önü ve sahne arkası kavramlarıyla bireyin başkaları için geliştirdiği “ben”i sahne önünde yaşarken ve sahne arkasında bilinmeyen ve mahrem olanı saklayabildiğini söylerken, sosyal medyada bu tür bir ayrımın ortadan kalktığını söylemek mümkündür. Sahne arkasındakinin de sahne önüne taşınma gayretinde olunduğu ve sahne önü ve arkasının birbirinin içine geçerek belirsizleştiği bir yapıdan bahsedebiliriz. Başta da söylediğim gibi, internet yalnızca sanal bir dünyadan ibaret değil artık. “Orada sanal kimlikler oluşturuyoruz, hepsi bu” demek, yaratılanın arkasındaki dinamikleri görmezden gelmek ve hafife almak demektir. Çünkü artık sabit, tek bir kimlikten bahsetmek olası değildir. Birey yalnızca olmadığı biri gibi görünmeye çalışmanın ötesinde, nasıl olduğunun altını çizme derdine düşmüştür. Doğa, bu nedenle beğenmediği fotoğraflarını siler. Bizler bu nedenle sevmediğimiz kişileri arkadaş listemizden çıkarır, hoşumuza gitmeyen yorumları sileriz. Çünkü onların hiç biri biz değilizdir ve onlar bizi “yansıtmazlar”.
““Sembolik etkileşimcilik” kuramına göre, kimlik ve benlik, ötekilerle kurulan etkileşimlere göre oluşturulmaktadır, yani öz-temsil “iş birliği ile” oluşturulmaktadır. Bu süreçte insanlar, karşılarındakinin tepkilerine ve cevaplarına göre öz-temsillerinin nasıl algılandığını gözlemlemektedirler” (Çizmeci, 2014:398).Doğa, gündelik hayatını Facebook’ta yaşamakta ve yaşadıklarını fotoğraflayarak Facebook’a emanet etmektedir. Sessizlikten bunaldığında, etrafında tanıdık bir şey göremediğinde eli ya bilgisayarına, ya tabletine ya da telefonuna giderek Facebook’a yönelmektedir. Kendi fotoğraflarına, beğenilerine, yorumlarına bakarken, vaktin nasıl geçtiğini anlamamakta, beğenisi çoksa keyfi yerine gelmekte, en beğenilen fotoğrafı profil fotoğrafı yaparak adeta tazelenmektedir. Babasının, sevgilisinin fotoğraflarına yer verdiği profil sayfasını annesiyle takip etmekte, anne-kız “biz” olarak nefret duygusu etrafında birleşerek, en yakınlaştıkları zamanları yaşamaktadırlar. Çünkü Doğa, işe giderken birisi ona çok güzel olduğunu söyleyerek beğenisini dile getirdiğinde de keyfi yerine gelmektedir. Yeni bir kıyafet ya da ayakkabı aldığında yahut saçını kestirdiğinde ve bunu insanlara gösterdiğinde tazelenmektedir. Annesi ile baş başa vererek babasının sevgilisini çekiştirmekte ve anne-kız bu kadını nefretle anmaktadır.
“Çünkü internet görünen ile gerçek arasında yeni bir ilişki arayışının, gerçeğe ilişkin eleştirel bir düşünme anlayışının somutluk bulduğu bir alan olarak yorumlanmaktadır. Görüntünün ve gerçeğin bir kopyası olmadığı, gerçeği kuranın dilin sınırları olduğu” (Timisi, 2005:98). Doğa, gündelik yaşamda kendisini nasıl gösteriyorsa, sosyal medya da o şekilde göstermektedir. İçindeki fırtınaları ise okuyucular olarak yalnızca biz biliyoruz.
“-Ben çıktım Face’ten.
-A ah, niye?
“Sinan… Kıskançlığı zayıflamamla birlikte arttı. Doğru orantılı olarak… Başta gıcık olmuştum, ama şimdi, ne yalan söyleyeyim, çok saçma geliyor bana fotoğraflarını falan oraya koyup durmak.
-Yani… Eğlencesine sonuçta” (Bıçakcı, 2014:187).
Doğa’nın Burcu ile geçen diyaloğu, sosyal medyayı algılama farkındalığımızı yansıtması açısından dikkate değer. Doğa’nın bu işi yalnızca eğlence olarak görmediği aşikar. “İnternet yaşam biçimlerimizi değiştirmekte” diyor Hood. Ona göre (2014:301); yalnızca kolay erişeceğimiz bilginin miktarı ya da kapsamı veya iş yapma ya da eğlenme biçimimizden ibaret değil, o, başkalarına davranış bicimizin ta kendisidir.
Peki Doğa bu cümleyi neden kuruyor? Neden Facebook’u hafife aldığını belirtme gereği duyuyor pek çoğumuz gibi? Üstelik önümüzde Mehmet Pişkin gibi bir örnek dururken. Pişkin’in McLuhan’a referans veren kalabalıklar içindeki yalnızlığı tartışıladursun, intihar etme yöntemi Facebook’un nezdinde sosyal medyanın hafife alınmak bir yana, dönüştüğü tuhaf durumun ciddiyetini gözler önüne serdi. Benlik tartışmaları çerçevesinde Mehmet Pişkin’i örnek olarak vermek biraz uygunsuz kaçsa da –benliğinden vazgeçmesi noktasında– Pişkin’in bu tür bir intiharı benlik açısından kendisine uygun gördüğünü söylemek de olasıdır.
Gündelik yaşamımızı Facebook sayfalarına aksettirmek, pek çok kişi için artık kaçınılmaz bir noktada yer alıyor. Hemen hemen hepsi iyi ve mutlu anları içeren aktiviteler, Facebook’ta paylaşılmazsa –oyuncu ve seyirciler tarafından– eksiklik hissediliyor hatta aktivite yapılmamış dahi sayılabiliyor. Aktivite yapılırken fotoğraf çekerek güncel bir profil sayfası oluşturma telaşının “anı kaçırmaya” sebep olduğu da söylenirken, başta bahsedilen doğum gününü gölgede bırakan aktivitelerden biri ise, tatil oluyor:
“Yağlanılır, güneşin altına yatılır, kuma bulanmış ayak fotoğrafları Facebook’a basılır, bir sırt bir yüz dönülür; sonra eve dönülür… Tatilde çekilen fotoğraflar Facebook’a yüklenir. Senin için biten tatil, başkaları için yeniden başlar. Senin mutluluğun başkasının mutsuzluğudur” (Bıçakcı, 2014:74).
Baudrillard’cı anlamda durmadan devam eden bir tatil vardır artık. “Tatillll ))” albümü altında yer alan fotoğraflar, yüklenildiği andan itibaren yaşanmaya başlar ve orada bulunduğu müddetçe yaşanmaya devam eder. Fotoğraflara tekrar tekrar bakılır, beğenilir, yorum yapılır. Tatil, fotoğraflarda yaşanmaya devam etmektedir. Çevrimdışıyken de orada olmaya devam etmektedir Doğa ve bu tatili yaptığını herkese kanıtlamıştır. Arkadaşı olan, olma ihtimali olan ve gelecekte olacak olan herkese…
Bir nevi “Ölü İnsanlar Günlüğü”ne dönüşeceği söylenen Facebook’ta ölüm dışında herhangi bir ayrılık, sebep olarak kabul edilmemektedir. Çevrimiçi olmak, sürekli bir gerekliliktir. Çünkü var olduğumuzu göstermeliyiz. Hood, konuyla ilgili şunları söyler (2014:322):
“Çevrimiçiyken, bazen sanki bambaşka bir insanmış gibi davranarak benliğimizi şaşırtırız. Çevrimiçi yaşamın bu kadar popüler olmasının nedeni belki de budur. Farklı bir benliğe, bir başkasına belki de olmak istemeye can attığımız birine dönüşürüz. En azından gündelik hayatımızda olmayan kişilerle etkileşime geçeriz. Çevrimdışı benliğimizden çok farklı görünen bir çevrimiçi kimliğe duyulan bu ihtiyaç internet öncesi yetişkinleri dumura uğratır ama bizler teknolojik gerçekten kaçış ihtiyacının nasıl olup da insanın psikolojik gelişimiyle bütünleştiğini anlamak durumundayız. İnternetin önünde sonunda gezegendeki herkesi içine alacak olmasının nedeni budur. Bu yüzden gelecek kuşakları nasıl etkileyebileceği ve değiştirebileceği üzerinde düşünmek oldukça önemlidir. Borglar haline gelmemiz mümkün değil ama çevrimiçi ve çevrimdışı benliklerimiz arasında kolayca geçiş yapıyor gibiyiz. Sonuç olarak, internet ortamı çekirdek benlik kavramının ne kadar büyük bir yanılsama olduğunu dramatik bir biçimde gözler önüne seriyor”.
Hood’un benliği çevrimdışı ve çevrimiçi olarak bu kadar keskin bir şekilde ikiye ayırmasına şüpheyle yaklaşmakla birlikte, kötümser tavrını da pek sıcak bulmadığımı belirtmek istiyorum. Sosyal alışkanlık ve pratiklerimizin değiştiği/değişeceği gerçeğini göz ardı etmiyorum. Ama bu değişimin bir zorunluluk ve gereklilik olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Mehmet Pişkin’in intiharına Facebook’un ya da sosyal medyanın neden olduğunu düşünmektense, intihar ettiğini duyurma aracı olarak Facebook’u kullanma nedenlerinin üzerinde durulmasının daha yararlı sonuçlar doğuracağına inanıyorum.
Mehmet Pişkin, elle tutular varlığına son verdi belki ama Facebook profilinde yaşamaya devam ediyor. Doğa ise, tam tersini düşünenlerden:
“Daha önce eklemiş olduğu fotoğrafları beğenmediği için vaktiyle silmişti Doğa. Bir gecede. Öncesi yoktu. Facebook geçmişi buraya kadar uzanıyordu. Doğa’nın anıları burada sona eriyordu. Bu fotoğraflar da güzel görünmedi gözüne. Hiçbiri… Hepsinde bir tuhaf çıkmıştı. Kimisinden olduğundan kiloluydu, kimisinde olduğundan bön bakışlıydı, kimisinde olduğundan sevimsizdi, kimisinde olduğundan sıkıcıydı, kimisinde olduğundan farklıydı. Hiçbiri olduğu gibi değildi. Ama olduğu gibi sevilmek, beğenilmek, arzulanmak istiyordu. Hiçbiri olduğu gibi değildi. Hiçbiri Doğa değildi. Hepsini sildi. Sırayla, Eski fotoğrafları şöminede yakar gibi. Eski filmlerdeki gibi. Gözlerinin içinde alev alan fotoğrafların yansıması titriyordu. Fotoğraf albümü bomboştu. Sonra, ani bir kararla Facebook hesabını kapattı. Doğa’nın görmek istediği geçmişi orada değildi. Daha eski zamanlara dönmek istiyordu” (Bıçakcı, 2014: 222-223)
Yaşadığı hayattan memnun olmayan Doğa, Facebook profilini ortadan kaldırma yoluna gider. Burada yazar “gerçek” hayat ve “sanal” hayat arasındaki farklılığı vurgulamış gibidir. Doğa, hayatını değiştirmek ister. Bunu ise Facebook profilini yok ederek yapar. Çünkü “gerçek” hayatını bu şekilde silebilmesi böyle kolay değildir. Bir diğer vurgulanan nokta ise, fotoğrafların hiçbirinde kendisini bulamamasıdır. Yani, Facebook/sosyal medya, gerçek hayatımız gibi gözükmesine rağmen bizim ve geçmişimizi tam olarak hiçbir zaman yansıtmaz düşüncesinin altı çizilmektedir.
Yazara bu noktalarda katılmamakla birlikte, Facebook’un ve sosyal medyanın duygulardan bağımsız ve izole olmayan uzamlar olduğunun hesaba katılması gerektiğini düşünüyorum. Tıpkı oyunun, yalnızca oyun olmadığı gibi…
KAYNAKÇA
Bıçakcı, H. (2014) Doğa Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları
Çizmeci, E. (2014) “Danah Boyd’da Sosyal Ağlar ve Gençlik”, Yeni Medyaya Eleştirel Yaklaşımlar, (Ed.) Mukaddes Çakır, İstanbul: Doğu Kitabevi. 385-411.
Hood, B. (2014) Benlik Yanılsaması: Sosyal Beyin Kimliği Nasıl Oluşturur?, İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Morva, O. (2014) “Goffman’ın Dramaturjik Yaklaşımı ve Dijital Ortamda Kimlik Tasarımı”, Medya ve Tasarım, (Der.) S. Çakır, İstanbul: Urzeni Yayınları. 231-253.
Timisi, N. (2005) “Sanallığın Gerçekliği: İnternetin Kimlik ve Topluluk Alanlarına Girişi”, İnternet, Toplum, Kültür. (Der.) M. Binark ve B. Kılıçbay, Ankara: Epos Yayınları. 89-105.
İnternet Kaynakları
https://eksisozluk.com/borg–43359 (Erişim Tarihi: 27.11.2014).
http://www.dijitalajanslar.com/internet-ve-sosyal-medya-kullanici-istatistikleri-2014/ (Erişim Tarihi:27.11.2014).


Doğa Tarihi’ni, Sosyal Medya ve Benlik İlişkisini Okumak-Yazmak I: BİR BEN VARDIR BENDE SOSYAL MEDYADAN İÇERİ…

Aralık 1, 2014

Yazan: Bilgesu SAVCI, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi İletişim Bilimleri Y.Lisans Programı

Dostoyevski’nin “yeraltı adamı” bugün eğer bir sosyal medya kullanıcısı olsaydı, hali ne olurdu? O da kendini hürce ifade edebildiği bir uzam olarak mı görürdü sosyal medyayı, yoksa imaj imajlarının mecrası olarak mı? Bir Facebook kullanıcısı olsaydı örneğin, “arkadaşları” nın paylaşımlarını “like” mı ederdi yoksa bulunmayan “unlike” tuşunu kendisi üretip bu paylaşımlara savaş mı açardı? Kurulan gruplara katılır mıydı yoksa bu benzer severliklerin karşısında olup bu grupları troller miydi?
Sosyal medyanın en belirgin özelliklerinden birinin bireylere kendi benliklerini hürce temsil edebilecekleri, otorite ve hegemonya ilişkilerinden kısmen bağımsız alanlar sunması olduğu yönündeki görüşler yaygın niteliktedir. Peki, eğer ortada hürce ifade edilecek bir benlik kalmamışsa, o zaman ne olacaktır? Eric From, “dış otoriteden kurtulma hürriyeti[nin] ancak kendi ferdiyetimizi kurmamıza izin veren psikolojik şartlar mevcut olduğu takdirde sürekli bir kazanç” (1979:307) olduğunu belirtir. Yaşam boyu bin bir mücadele, olumsuzlanma, olumlanma, kayıp, kazanç, sergileme, geri çekilme ve daha birçok yolla edindiğimiz tecrübelerden oluşan benliğimiz, doğumundan itibaren kültürle yoğrulmuş bakışlardan “azat edilince”, varsayılan bütünlüğünü koruyabilecek midir? Yoksa internet sekmelerince bölünüp yabancısı olduğumuz parçacıklara mı dönüşecektir? Görece kontrolü, daha çok bizim ellerimizde olan ve daha yeni yeni tanımaya başladığımız sosyal medya uzamında benliğimize ait olmayan fakat mükemmel tasarımını bizim yaptığımız benlikcikler mi var olmaya başlayacaktır? Dahası bu benlikcikler Hakan Bıçakçı’nın Doğa Tarihi (2014) romanındaki ana karakter olan Doğa’nın “küçük adamlar” ı gibi gözle görünür mü olacaktır, yoksa onların varlığını yalnızca hislerimizle mi duyacağızdır? Aslında bu “küçük adamlar”, Doğa’ya yönelen kendisi dışındaki bakışların bedenlenmiş halleridir. Fakat içlerine üflenen ruh Doğa’nın “mükemmel” tasarlanmış benliği/imgesinin yanılgılı esintileridir.
Roland Barthes, imgesinin bir kopyasının oluşturulacağı sırada (fotoğraf makinesinin karşısına geçtiğinde), benliğini bir türlü “sıfırlayamadığı”ndan bahseder. Ona, gerçekte zaten var değilmiş gibi, bir duruş bir anlam kazandırmalıdır birkaç saniye içinde. Bunun kendisine dışardan bir göz olarak bakmakta olduğundan ileri geldiği kanısındayım. Fakat sosyal medyada yaratılan anonim/nonim kimlikler, içerik paylaşımları/örüntüleri veya profil sayfaları aracılığıyla kendine dışardan bakmaktan farklı bir bakış etkinliğidir bu. Çünkü fotoğraftaki tekil imgemiz artık belirli bir zamana sıkışmıştır ve ölüdür. Oysa sosyal medyada oluşturduğumuz türlü benlik görüngüleri bizimle birlikte, eş zamanlı olarak farklı uzamlarda yaşamaya devam etmektedir.
Zaten sosyal medyanın benlik bütünlüğünü tehdit ettiği düşüncesi benim için tam da bu noktada belirmektedir: Aynı anda iki farklı uzam içinde yer almanın dayanılmaz “hafifliği”. Bir uzamda sağlanamayan koşulların, bir diğer uzamda sağlanmasının pek çok açıdan reddedilemez oluşu. Şöyle bir konuşmaya tanık oluyorum: “Sevgi senin marulların benimkilerden niye daha çabuk büyüyor?” Düşünüyorum bu soruyu telefonda bir arkadaşına soran kişinin bir bahçesi yok. Öyleyse hangi marullardan bahsediliyor? Bahçeli bir eve sahip değilken ve böyle bir bahçenin insanın üretkenliği ile doğaya dokunuşu için ne denli gerekli olduğu üzerine düşünmezken, Farmville’de bahçeler yetiştirip komşular edinmenin yadsınamaz gerçekliği içinde büyüyen marullardan tabi. Bu marullar bahsi geçen kişiyi heyecanlandırıyor, üzüyor ve ondan belirli bir bakım bekliyor. Tahir Musa Ceylan, Cumhuriyet gazetesinin Bilim ve Teknoloji ekinin hatırlayamadığım bir sayısındaki köşe yazısında, canlıların en kolay yoldan en fazla hazza ulaşmaya güdümlü olduklarını belirtmişti. Şu halde çevrim dışı uzamda çevrim dışı bir bahçeye sahip olmanın zorlayıcı koşullarını tartışmak ve oluşturmaktansa, çevrimiçi bir uzamda yine haz sağlayacak bahçe yetiştiriminin çok daha az maliyetle mümkün kılınması hangi seçeneğin daha seçilebilir olduğunu zaten bildiğimiz anlamına geliyor. Üstelik bu bahçeyi yetiştirirken komşularla laflayabiliyor olmak da (chat sekmesi sayesinde) cabası. Görüntünün görüntüsünün içinde yaşama hali böylece normalleşip yaygınlaşırken, bütün bahçelerin aynı olması, komşuların birbirlerinden farklı sebze ve meyve alışverişinde bulunmalarını engellemiş oluyor. Zaten komşunun sizin bahçenizi “like” etmesi de kendininkine benziyor olması yüzünden değil mi?
Öte yandan Barthes’ın başarısızlığı bizim yapmayı zaten tercih etmediğimiz bir noktaya denk gelir. Sosyal medyada yarattığımız kimliklerle benliğimizi sıfırlamak pahasına da olsa mükemmelleşebilmekteyiz. Kendine bakışın, başkalarının bakışları ve bakış alanımıza giren diğer insanların sayısız imgeleriyle dönüşüme uğraması alışmakta olduğumuz ve yeniliğiyle heyecan duyduğumuz bir durumdur. İmgemizi sosyal medya aracılığıyla yeniden yeniden denetlerken yanımızda olan biricik yardımcı da işte budur. Kendine uzak dış bakışlar geliştirip sonra yine bu bakışlardan çekinme durumu ise yalnızca sosyal medyada yer almanın bir sonucu elbette ki değildir.
Sosyal medyanın kişiler arası duvarları kaldırmada da etkin olduğunu bilmekteyiz. Yolda dağıtılan bir etkinliğin bildirilerini pek çok farklı sebepten dolayı durup almıyorken, herhangi bir sosyal paylaşım sitesindeki etkinlik davetinin üstüne rahatlıkla tıklayıp katılıp katılmayacağımızı belirtmeden önce kimlerin orada olacağına göz atabiliyor olmamız bizi sevindirmekte. Arkadaş veya takipçi listemizdeki insanların hangilerinin bu etkinliğe; kesin veya belki katılacağını, kimlerinse katılmayacağını gördükten sonra seçimimizi yapıyoruz. Çünkü orada bulunacak kişilerin ne tür özellikte insanlar olduğunu öncelikle kontrol etmek istiyoruz. Herkesin bakışından çekilmek için perdeleri kapatıp dünyanın penceresi önüne yerleşerek yaptığımız tüm bu eylemler/click’ler Facebook/Twitter vb ile aramızda kalıyor. Sosyal medya en yakın arkadaşımız.
Gündeliğin (sokağın, havanın, toprağın, basılı kağıt bildirinin ve benliğin ögelerinden olan başka nesnelerin) kendine has bir gerçekliği bulunan bir başka uzamdaki aksini daha denetimli bir biçimde oluşturmanın ardından, aksini bulamadığımız iş, okul, aile, sevgili, arkadaş ve akraba hayatının yakıcı unsurlarıyla baş etmek, biraz soluklanmak için denetimli gerçekli başka bir alana geçiyoruz. Burada Dr. Jekyll mi yoksa Mr. Hyde’mı* olunacağı kişinin kendisine kalıyor.
Yedi yaşındaki doğum günü partisine kimsenin gelmediğini hatırlayan bir çocuk olarak, yetişkinliğe adım attığı yıllarda geçen yıl doğum gününü nerede kutladığını (veya kutlayıp kutlamadığını) arkadaşıyla birlikte dakikalarca hatırlamaya çalışan biri olarak ben, ne kendimin ne de arkadaşımın hafızasından tatmin olmayıp açıyorum Facebook’u. Biz unutsak da neyse ki unutmuyor o. Kendi zihnimiz dışında ikinci bir hafıza olarak hep yanımızda. Aynı şekilde kimin ne zaman tutuklandığı, o esnada üzerinde hangi renk giysilerin olduğu ve hangi koşullarda ele geçirildiği gibi pek çok bilgiler de tarafımca hatırlanmıyor fakat sosyal medya unutmuyor. Böyle sıralamak doğru mu bilmiyorum ama kurulan ikinci, üçüncü vb. fizikler (bedenler) bizlere adeta bir üçüncü dördüncü göz de sunuyor. Ben bir davayı takip edemesem de biliyorum ki (neredeyse) fizik ötesi bir bulunma haliyle orada olmaya devam edeceğim saatler sonra da olsa.
Burada zamanın değişkenliği ve sosyal medyanın zamanının oldukça hızlı akıyor olmasından da bahsetmek gerekmektedir. Ünlü mikro tarihçi Braudel, Maddi Uygarlık (2004) adlı kitabında zamanın herkes için farklı bir anlamı ve hızı olduğunu belirtir. Bir rahibin zaman algısıyla bir esnafın, bir Twitter kullanıcısıyla yalnızca bir Facebook kullanıcısı olan kimselerin bile zamanı algılayışlarında önemli farklılıklar olacaktır. Daha bir gün önce dolaşıma sokulan içeriklerin bir gün sonra tüm yeniliğini ve etkisini neredeyse kaybettiği, bir video içeriğinin en fazla bir hafta dolaşımda kaldığı bir akış içinde benliğin büyük bölümünü oluşturan hatıraların çağırılma hızı oldukça yavaş nitelikte kalacaktır. Metropollerin tanıtım videolarında cadde ve sokaklardan geçen araba ve insanların, yanıp sönen ışıkların ve gidip gelen bulutların hızlandırılarak gösterildiğindeki hızlılık hali gibidir sosyal medyada zamanın hızı. Yani Dünya’nın dönüş hızının çok çok üstünde. Dolayısıyla duygu geçişleri ve düşünmenin hızı da bu yöne doğru değişim göstermektedir. Bir önceki karede duygulandığınız bir resmin hemen ardından gelen bir “komikli kedi videosu” sizi ve benliğinizi o anda sarmak isteyen melankoliye bir anda bir tokat savuracak ve yerine gülücükleri oturtacaktır. Bu davet elbette ki geri çevrilemezdir ta ki sağ üst köşedeki çarpı işaretine tıklayıncaya kadar.
Sosyal medyanın toplumsal yaşamın diğer mecralarında olduğundan çok daha görülür şekilde ferdin önemsizlik ve güçsüzlük hissine dair yaptığı vurguların temsili bir resmini gördüğümüz Bıçakçı romanı karakteri Doğa, çarpı işaretine tıklamayan bir kimse olarak, benliğini büyük ölçüde teslim etmiş bulunmaktadır. “Özsaygı kaybının bir telafisi” olarak daima sosyal medyada uzamı içerisinde bulunması, çevrim dışı yaşamında yolunda gitmeyen meselelerin bir çözüm evidir. “Karşı tarafça daha kabul edilebilir bir benlik ve öteki anlayışı”yla (Goffmann, 2012:161) daima çırpınır fakat en sonunda benliğinin üstünü örten yansımanın ayna parçaları gibi tuzla buz oluşunu seyretmek zorunda kalır. Döndüğü yer ise yine korunaklı yuvası olan, eksik, hatalı ama asıl benliğidir.
Son söz olarak çok sevgili Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm adlı romanındaki ana karakter Dirmit eline radyoyu alıp gecesini gündüzünü bu müzikli-eğlenceli büyülü kutuyla geçirmeye başladığında, zavallı annesinin hem kendi hem de kızı Dirmit’in saçını başını yolduğu zamanki iç burkan duruma düşmemek için, sosyal medyanın toplumlar için olduğu kadar tekil bireylerin benlikleri için de devrimci bir rolü olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Belki eleştirel yaklaşımlarla, belki de zaman zaman belirli mesafeler koyarak bu büyülü müzikli-resimli-videolu ve bol metinli uzamı bir hürlükler uzamına dönüştürmek mümkün olabilir. Evet, devrim televizyonlardan yayınlanmayacaktır ama Tweetlerle tüm dünyaya duyurulabilecektir.

*Bruce HOOD’un, Benlik Yanılsaması isimli kitabında bir deney grubundaki internet kullanıcılarının çevrim içi ve çevrimdışı etkinliklerindeki tutum ve davranışlarındaki değişimleri belirtmek için Dr. Jakyll
Kaynakça
Barthes, R. (2011) Camera Lucida- Fotoğraf Üzerine Düşünceler. İstanbul. Altıkırkbeş Basın Yayın
Bıçakçı, H. (2014) Doğa Tarihi. İstanbul. İletişim Yayınları
Braudel, F. (2004) Maddi Uygarlık: Gündelik Hayatın Yapıları. Ankara. İmge Kitabevi Yayıncılık
Fromm, E. (1979) Hürriyetten Kaçış. Ankara. Tur Yayınları
Goffman, E. (2009) Gündelik Yaşamda Benliğin Sunumu. İstanbul. Metis Yayınları. s.161
Tekin, L. (1998) Sevgili Arsız Ölüm. İstanbul. Everest Yayınları