Yazan: Şeyda KOÇAK KURT, Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları AnaBilim Dalı Y.Lisans Programı
“Hep farklı olmalıydı. Farkı fark edilmeliydi. Kalitesi gözle görülmeliydi. Kesintisiz olarak arzulanmalıydı. İştah, takdir ve kıskançlık dolu gözler hep onun üzerinde olmalıydı. ”
İnternet denilen bir zamanların zararsız ve “sanal” dünyasının günümüzde, düşünüldüğü kadar bizden apayrı bir yerde duran ve bambaşka bir dünya olduğu düşüncesi geçerliliğini artık korumuyor. Anonim olmak ve kendine benlik ve kimlikler yaratma fırsatı, kazanılmış bir cennet imkanı yaratsa da, sosyal medya araçlarının gelişmesiyle bilgilerini, bilerek ve isteyerek paylaşma ve duyurma ihtiyacına doğru bir dönüşümün gerçekleştiğini söylemek mümkün. Peki, bu paylaşımları neden yapıyoruz? İnsanların hayatlarımız hakkında daha fazla bilgiye sahip olmasını niçin istiyoruz? İnsanlara göstermek istediğimiz şey/kişi, nedir/kimdir?
Bruce Hood, 2014 tarihli Benlik Yanılsaması: Sosyal Beyin Kimliği Nasıl Oluşturur? (Self Illusion) isimli eserinde “fark edilme” dürtüsünün altını çizer ve hayatımızı diğerlerine bu kadar açma isteğimizin altında fark edilmeye bağlı olarak popüler olma duygusunun baskınlığını sebep olarak gösterir. Aynı zamanda çevrimiçi olma ihtiyacı, bir nevi varlığını kanıtlamadır:
“Sosyal ağlarda içerik paylaştığınızda arkadaşlarınızı tepki göstermeye davet etmiş olursunuz. Kendi özel görüşünüzü değil, varlığınızı dünyaya yayınlarsınız. Çevrimiçi etkinliğinizin ürettiği ziyaret ve yorum sayısı, size ve daha önemlisi diğerlerine ne derece önemli olduğunuzu anlatır. Çoğumuz fark edilmek ister ve sosyal ağlar bu arzuyu etkinliğinin merkezi haline getirir. Başkalarının varlığınızı onaylaması, bireylerin aradıkları popülaritenin ölçütüdür” (Hood, 2014: 294).
Hood’un düşüncelerini Doğa Tarihi’ndeki Doğa üzerinden değerlendirecek olursam, benzer bir sonuca ulaştığımı söyleyebilirim. Doğasında fark edilmek olan Doğa için genelinde sosyal medya, özelinde ise Facebook, mükemmel bir mekân sunmaktadır. Kişinin kendini en özel hissettiği günlerden biri olan doğum günü, Doğa için kuru bir tebrik ya da bir pastayla geçiştirilecek bir hadise değil, aksine bütün günü ya da daha fazlasını kapsaması gereken bir kutlu doğum haftası etkinliğine dönüşmeli, özel olduğunu sürekli hatırlatmanın en güzel yollarından biri haline gelmelidir. Bu özel olma hali ise, yalnızca “gerçek” hayat üzerinden değil, sosyal ağlar üzerinden de “gerçek”leştirilmelidir:
“Cafe Jungle’dan bitki çayı alıp Facebook’un başına döndü. Saatler önce kesilip yenilen, hatta bir kısmı plazanın kanalizasyonuna karışmış olan çilekli pastanın fotoğrafını duvarına ekledi. Altında gülücüklü, kalpli, kıpır kıpır mesajlar uçuşmaya başladı. Mumlara bir tur da sanal yollu üfledi. Beğenildikçe beğenildi. Doğa ilgiden memnundu” (Bıçakcı, 2014:23)
Türkiye’de 35 milyon kullanıcı ve 36 milyon aktif Facebook hesabının bulunduğunu düşündüğümüzde, tıpkı Doğa gibi sosyal medya ortamlarında kendisini üretmek isteyen kişi sayısının azımsanmayacak derecede çok olduğunu söylemek gerekir. Bir zamanların “sanal kimlik” olgusunun tıpkı internetin sanallığı meselesi gibi rafa kaldırıldığını ve onun yerine “kimlik egzersizleri” denilen kavramın yürürlüğe girdiğini ve kullanıcıların bu egzersizleri yaparken gayet bilinçli olduklarını biliyoruz. Bu ortamlarda yer alan kişiler olarak, “kendi”liklerimizin istediğimiz kısımlarını arkadaşlarımıza/ailemize/akrabalarımıza açıyor, öne çıkmasını istediğimiz özelliklerimizi paylaşma ihtiyacı duyuyoruz. Burada benden bağımsız bir “ben” olarak yer alıyor, ama benden ayrı bir “ben” sergilemediğimizi düşünüyoruz. Neticede kimse kendisini ikiyüzlü olarak tanımlamaz. Yoksa Doğa gibi bizim de, Ankaralı Turgut’un klibini izlemeye dayanamıyor olsak bile, Facebook’ta paylaşmamız sırf “eğlence” olsun diyedir.
“Salondaki sehpada duran tablet bilgisayarından Facebook’a girip kuaförde çektiği fotoğrafa gelen yorumlara baktı. Yorum yoktu. Ama on yedi kişi beğenmişti. Doğa, on yedi kişi tarafından alkışlanmaktaydı. Ayağa kalktı. Gururlu bir ifadeyle eğilip bilgisayarı sehpaya bıraktı” (Bıçakcı, 2014:.30-31).
Goffman, 1959 yılında yayımlanan, Gündelik Yaşamda Benliğin Sunumu (The Presentation of Self in Everyday Life) isimli ünlü çalışmasında kişiler arasındaki tüm yüz yüze ilişkileri/etkileşimi teatral bir performans olarak ele alır. Ona göre kendilik ve kimlik denilen mesele, bu performans üzerinden kurulur. Goffman aynı zamanda rol, oyuncu, izleyici, sahne önü, sahne arkası gibi kavramlarla sosyal sahnenin çeşitli yönlerini açıklar. Bu yaklaşımda, bireyler çeşitli sahnelerde rol alan oyunculardır ve davranışları oyuncular arasındaki etkileşimin sonuçlarıdır. (akt. Morva, 2014:235).
Doğa’nın Facebook’taki görünürlüğü, Goffman’ın performans dediği şeye işaret etmektedir. Tıpkı bir sahne sanatçısı gibi, rolünü en iyi şekilde oynamalı, -klasik bir deyişi malzeme yapacak olursak- babası ölse ve yüreği kan ağlasa dahi sahne önünde başarısından asla ödün vermemelidir. Nitekim Doğa, babasını bir trafik kazasında kaybettiğinde, acısını “dost”larıyla paylaşır:
“İlan işini hallettikten sonra Facebook’a girip babasının ölümünü haber veren acıklı bir ileti yazdı. Facebook’a verilen bu gayrı resmi ilanın metni “O şimdi melek oldu ve yukarıda bir yerlerden bize bakıp gülümsüyor”, diye bitiyordu. İletinin altına gelen başsağlığı yorumlarını okurken Doğa’nın gözleri doldu” (Bıçakcı, 2014: 168)
Çünkü Doğa’nın babasının ölümü, tek başına bir şey ifade etmez. Paylaşıldığı ve diğerleri tarafından görüldüğü zaman varlığı/yokluğu kabul edilmiş olur. Çünkü izleyicisiz bir performans düşünülemez, anlamsızdır. Doğa, artık babasız bir kız olduğunu ispatlamıştır.
Her ne kadar kitapta iletinin altına yalnızca yorum geldiği yazsa da, Facebook’un özelliklerinden “like”lamak da bu tür paylaşımlarda sıkça uygulanan bir davranış bozukluğu olarak kendisini gösteriyor. “Beğenmek/beğenilmek” pek çoğumuz tarafından gündelik hayatın birebir karşılığı olarak algılansa da, “ölümü beğenmek” ciddi bir rahatsızlığa işaret ediyor gibi görünüyor.
Ne olursa olsun, Facebook pratiklerinde “beğenilmek” benliğin bir ispatı olarak çıkıyor karşımıza. Sayı ne kadar çok olursa, o kadar kabul edilebilir, aynı zamanda erişilmek istenen konumda yer alıyoruz. Beğenildiğimiz kadar varız ve beğenildiğimiz kadar biziz. Sayıların güvenilirliği, pozitivist aklın etkinliği, Facebook’taki beğenilme oranımıza yansıyarak hayatlarımıza nüfuz ediyor dersek yanılmayız.
“Eklediği fotoğraflar eskisi kadar “beğen”ilmiyordu. Üstelik bu bir kuruntu olamazdı. Rakamlarla ispatlanmış istatistiksel bir veriydi. Düşüşe işaret eden rakamlar, tüm dehşet vericiliğiyle ortadaydı. Ne yapıp edip çözmesi gerekiyordu bu sorunu. İşlerin yoluna girmesiyle birlikte fark ettiği bu yeni dert, çığ gibi büyümeye başladı içinde. Kontrolsüz bir çığlık gibi boğazında birikti” (Bıçakcı, 2014: 147-148).
Doğa, mükemmel olma sevdası uğruna aynaları parçalarken, Marwick ve Boyd’dan aktaran Çizmeci (2014:400); “ “İdeal okuyucu”, yazarla aynı özellikleri taşıyan ve yazarın bakış açısını paylaşıp, yazdıklarını takdir eden kişidir. İdeal okuyucu, kullanıcının “aynadaki imgesi”dir” demektedir. Dolayısıyla, Doğa’nın gündelik yaşamda benliğini oluştururken okuyucu/seyircisinin varlığı kendisi için büyük önem arz etmekle birlikte, bahsedilen benliğin bir okuyucu/izleyici olarak kendisinde de vücut bulduğu söylenebilir. Yani, birey sosyal medya ortamlarında sergilediği performanslara bağlı oluşturduğu kimlikleri en çok kendisi izler ve beğenme/beğenmeme tasarrufunda bulunur. Doğa’nın “küçük adamlar” görmesine bu dönüşüm mü vesile olmuştur bilinmez, lakin hepimizin oyunculuğun yanında seyirci rolü olduğu bir gerçek.
“Bir yandan tablet bilgisayarından Facebook’a girdi. Bir arkadaşlık teklifi vardı. Adına baktı, fotoğrafa baktı. Tanımadığı biri… Ortak arkadaşları da yoktu. Yine de kabul etti. Yeni arkadaşının profilini inceledi. Sıradan birine benziyordu. Sonra kendi profiline girip fotoğraflarına baktı. Kendini tanımayan birinin gözüyle…” (Bıçakcı, 2014:56). Bentham’ın huzursuzluk veren ve beraberinde itaati getiren “panoptikon”u, sosyal medyada gönüllülük ve hoşnutluk esaslarına dayanır. “Gözetle(n)mek” görülmek, görülmek ise bilinmek anlamına geldiğinden bilerek ve isteyerek kendimizi ortaya koyma yarışına gireriz. Goffman (akt. Timisi, 2005:102), sahne önü ve sahne arkası kavramlarıyla bireyin başkaları için geliştirdiği “ben”i sahne önünde yaşarken ve sahne arkasında bilinmeyen ve mahrem olanı saklayabildiğini söylerken, sosyal medyada bu tür bir ayrımın ortadan kalktığını söylemek mümkündür. Sahne arkasındakinin de sahne önüne taşınma gayretinde olunduğu ve sahne önü ve arkasının birbirinin içine geçerek belirsizleştiği bir yapıdan bahsedebiliriz. Başta da söylediğim gibi, internet yalnızca sanal bir dünyadan ibaret değil artık. “Orada sanal kimlikler oluşturuyoruz, hepsi bu” demek, yaratılanın arkasındaki dinamikleri görmezden gelmek ve hafife almak demektir. Çünkü artık sabit, tek bir kimlikten bahsetmek olası değildir. Birey yalnızca olmadığı biri gibi görünmeye çalışmanın ötesinde, nasıl olduğunun altını çizme derdine düşmüştür. Doğa, bu nedenle beğenmediği fotoğraflarını siler. Bizler bu nedenle sevmediğimiz kişileri arkadaş listemizden çıkarır, hoşumuza gitmeyen yorumları sileriz. Çünkü onların hiç biri biz değilizdir ve onlar bizi “yansıtmazlar”.
““Sembolik etkileşimcilik” kuramına göre, kimlik ve benlik, ötekilerle kurulan etkileşimlere göre oluşturulmaktadır, yani öz-temsil “iş birliği ile” oluşturulmaktadır. Bu süreçte insanlar, karşılarındakinin tepkilerine ve cevaplarına göre öz-temsillerinin nasıl algılandığını gözlemlemektedirler” (Çizmeci, 2014:398).Doğa, gündelik hayatını Facebook’ta yaşamakta ve yaşadıklarını fotoğraflayarak Facebook’a emanet etmektedir. Sessizlikten bunaldığında, etrafında tanıdık bir şey göremediğinde eli ya bilgisayarına, ya tabletine ya da telefonuna giderek Facebook’a yönelmektedir. Kendi fotoğraflarına, beğenilerine, yorumlarına bakarken, vaktin nasıl geçtiğini anlamamakta, beğenisi çoksa keyfi yerine gelmekte, en beğenilen fotoğrafı profil fotoğrafı yaparak adeta tazelenmektedir. Babasının, sevgilisinin fotoğraflarına yer verdiği profil sayfasını annesiyle takip etmekte, anne-kız “biz” olarak nefret duygusu etrafında birleşerek, en yakınlaştıkları zamanları yaşamaktadırlar. Çünkü Doğa, işe giderken birisi ona çok güzel olduğunu söyleyerek beğenisini dile getirdiğinde de keyfi yerine gelmektedir. Yeni bir kıyafet ya da ayakkabı aldığında yahut saçını kestirdiğinde ve bunu insanlara gösterdiğinde tazelenmektedir. Annesi ile baş başa vererek babasının sevgilisini çekiştirmekte ve anne-kız bu kadını nefretle anmaktadır.
“Çünkü internet görünen ile gerçek arasında yeni bir ilişki arayışının, gerçeğe ilişkin eleştirel bir düşünme anlayışının somutluk bulduğu bir alan olarak yorumlanmaktadır. Görüntünün ve gerçeğin bir kopyası olmadığı, gerçeği kuranın dilin sınırları olduğu” (Timisi, 2005:98). Doğa, gündelik yaşamda kendisini nasıl gösteriyorsa, sosyal medya da o şekilde göstermektedir. İçindeki fırtınaları ise okuyucular olarak yalnızca biz biliyoruz.
“-Ben çıktım Face’ten.
-A ah, niye?
“Sinan… Kıskançlığı zayıflamamla birlikte arttı. Doğru orantılı olarak… Başta gıcık olmuştum, ama şimdi, ne yalan söyleyeyim, çok saçma geliyor bana fotoğraflarını falan oraya koyup durmak.
-Yani… Eğlencesine sonuçta” (Bıçakcı, 2014:187).
Doğa’nın Burcu ile geçen diyaloğu, sosyal medyayı algılama farkındalığımızı yansıtması açısından dikkate değer. Doğa’nın bu işi yalnızca eğlence olarak görmediği aşikar. “İnternet yaşam biçimlerimizi değiştirmekte” diyor Hood. Ona göre (2014:301); yalnızca kolay erişeceğimiz bilginin miktarı ya da kapsamı veya iş yapma ya da eğlenme biçimimizden ibaret değil, o, başkalarına davranış bicimizin ta kendisidir.
Peki Doğa bu cümleyi neden kuruyor? Neden Facebook’u hafife aldığını belirtme gereği duyuyor pek çoğumuz gibi? Üstelik önümüzde Mehmet Pişkin gibi bir örnek dururken. Pişkin’in McLuhan’a referans veren kalabalıklar içindeki yalnızlığı tartışıladursun, intihar etme yöntemi Facebook’un nezdinde sosyal medyanın hafife alınmak bir yana, dönüştüğü tuhaf durumun ciddiyetini gözler önüne serdi. Benlik tartışmaları çerçevesinde Mehmet Pişkin’i örnek olarak vermek biraz uygunsuz kaçsa da –benliğinden vazgeçmesi noktasında– Pişkin’in bu tür bir intiharı benlik açısından kendisine uygun gördüğünü söylemek de olasıdır.
Gündelik yaşamımızı Facebook sayfalarına aksettirmek, pek çok kişi için artık kaçınılmaz bir noktada yer alıyor. Hemen hemen hepsi iyi ve mutlu anları içeren aktiviteler, Facebook’ta paylaşılmazsa –oyuncu ve seyirciler tarafından– eksiklik hissediliyor hatta aktivite yapılmamış dahi sayılabiliyor. Aktivite yapılırken fotoğraf çekerek güncel bir profil sayfası oluşturma telaşının “anı kaçırmaya” sebep olduğu da söylenirken, başta bahsedilen doğum gününü gölgede bırakan aktivitelerden biri ise, tatil oluyor:
“Yağlanılır, güneşin altına yatılır, kuma bulanmış ayak fotoğrafları Facebook’a basılır, bir sırt bir yüz dönülür; sonra eve dönülür… Tatilde çekilen fotoğraflar Facebook’a yüklenir. Senin için biten tatil, başkaları için yeniden başlar. Senin mutluluğun başkasının mutsuzluğudur” (Bıçakcı, 2014:74).
Baudrillard’cı anlamda durmadan devam eden bir tatil vardır artık. “Tatillll ))” albümü altında yer alan fotoğraflar, yüklenildiği andan itibaren yaşanmaya başlar ve orada bulunduğu müddetçe yaşanmaya devam eder. Fotoğraflara tekrar tekrar bakılır, beğenilir, yorum yapılır. Tatil, fotoğraflarda yaşanmaya devam etmektedir. Çevrimdışıyken de orada olmaya devam etmektedir Doğa ve bu tatili yaptığını herkese kanıtlamıştır. Arkadaşı olan, olma ihtimali olan ve gelecekte olacak olan herkese…
Bir nevi “Ölü İnsanlar Günlüğü”ne dönüşeceği söylenen Facebook’ta ölüm dışında herhangi bir ayrılık, sebep olarak kabul edilmemektedir. Çevrimiçi olmak, sürekli bir gerekliliktir. Çünkü var olduğumuzu göstermeliyiz. Hood, konuyla ilgili şunları söyler (2014:322):
“Çevrimiçiyken, bazen sanki bambaşka bir insanmış gibi davranarak benliğimizi şaşırtırız. Çevrimiçi yaşamın bu kadar popüler olmasının nedeni belki de budur. Farklı bir benliğe, bir başkasına belki de olmak istemeye can attığımız birine dönüşürüz. En azından gündelik hayatımızda olmayan kişilerle etkileşime geçeriz. Çevrimdışı benliğimizden çok farklı görünen bir çevrimiçi kimliğe duyulan bu ihtiyaç internet öncesi yetişkinleri dumura uğratır ama bizler teknolojik gerçekten kaçış ihtiyacının nasıl olup da insanın psikolojik gelişimiyle bütünleştiğini anlamak durumundayız. İnternetin önünde sonunda gezegendeki herkesi içine alacak olmasının nedeni budur. Bu yüzden gelecek kuşakları nasıl etkileyebileceği ve değiştirebileceği üzerinde düşünmek oldukça önemlidir. Borglar haline gelmemiz mümkün değil ama çevrimiçi ve çevrimdışı benliklerimiz arasında kolayca geçiş yapıyor gibiyiz. Sonuç olarak, internet ortamı çekirdek benlik kavramının ne kadar büyük bir yanılsama olduğunu dramatik bir biçimde gözler önüne seriyor”.
Hood’un benliği çevrimdışı ve çevrimiçi olarak bu kadar keskin bir şekilde ikiye ayırmasına şüpheyle yaklaşmakla birlikte, kötümser tavrını da pek sıcak bulmadığımı belirtmek istiyorum. Sosyal alışkanlık ve pratiklerimizin değiştiği/değişeceği gerçeğini göz ardı etmiyorum. Ama bu değişimin bir zorunluluk ve gereklilik olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Mehmet Pişkin’in intiharına Facebook’un ya da sosyal medyanın neden olduğunu düşünmektense, intihar ettiğini duyurma aracı olarak Facebook’u kullanma nedenlerinin üzerinde durulmasının daha yararlı sonuçlar doğuracağına inanıyorum.
Mehmet Pişkin, elle tutular varlığına son verdi belki ama Facebook profilinde yaşamaya devam ediyor. Doğa ise, tam tersini düşünenlerden:
“Daha önce eklemiş olduğu fotoğrafları beğenmediği için vaktiyle silmişti Doğa. Bir gecede. Öncesi yoktu. Facebook geçmişi buraya kadar uzanıyordu. Doğa’nın anıları burada sona eriyordu. Bu fotoğraflar da güzel görünmedi gözüne. Hiçbiri… Hepsinde bir tuhaf çıkmıştı. Kimisinden olduğundan kiloluydu, kimisinde olduğundan bön bakışlıydı, kimisinde olduğundan sevimsizdi, kimisinde olduğundan sıkıcıydı, kimisinde olduğundan farklıydı. Hiçbiri olduğu gibi değildi. Ama olduğu gibi sevilmek, beğenilmek, arzulanmak istiyordu. Hiçbiri olduğu gibi değildi. Hiçbiri Doğa değildi. Hepsini sildi. Sırayla, Eski fotoğrafları şöminede yakar gibi. Eski filmlerdeki gibi. Gözlerinin içinde alev alan fotoğrafların yansıması titriyordu. Fotoğraf albümü bomboştu. Sonra, ani bir kararla Facebook hesabını kapattı. Doğa’nın görmek istediği geçmişi orada değildi. Daha eski zamanlara dönmek istiyordu” (Bıçakcı, 2014: 222-223)
Yaşadığı hayattan memnun olmayan Doğa, Facebook profilini ortadan kaldırma yoluna gider. Burada yazar “gerçek” hayat ve “sanal” hayat arasındaki farklılığı vurgulamış gibidir. Doğa, hayatını değiştirmek ister. Bunu ise Facebook profilini yok ederek yapar. Çünkü “gerçek” hayatını bu şekilde silebilmesi böyle kolay değildir. Bir diğer vurgulanan nokta ise, fotoğrafların hiçbirinde kendisini bulamamasıdır. Yani, Facebook/sosyal medya, gerçek hayatımız gibi gözükmesine rağmen bizim ve geçmişimizi tam olarak hiçbir zaman yansıtmaz düşüncesinin altı çizilmektedir.
Yazara bu noktalarda katılmamakla birlikte, Facebook’un ve sosyal medyanın duygulardan bağımsız ve izole olmayan uzamlar olduğunun hesaba katılması gerektiğini düşünüyorum. Tıpkı oyunun, yalnızca oyun olmadığı gibi…
KAYNAKÇA
Bıçakcı, H. (2014) Doğa Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları
Çizmeci, E. (2014) “Danah Boyd’da Sosyal Ağlar ve Gençlik”, Yeni Medyaya Eleştirel Yaklaşımlar, (Ed.) Mukaddes Çakır, İstanbul: Doğu Kitabevi. 385-411.
Hood, B. (2014) Benlik Yanılsaması: Sosyal Beyin Kimliği Nasıl Oluşturur?, İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Morva, O. (2014) “Goffman’ın Dramaturjik Yaklaşımı ve Dijital Ortamda Kimlik Tasarımı”, Medya ve Tasarım, (Der.) S. Çakır, İstanbul: Urzeni Yayınları. 231-253.
Timisi, N. (2005) “Sanallığın Gerçekliği: İnternetin Kimlik ve Topluluk Alanlarına Girişi”, İnternet, Toplum, Kültür. (Der.) M. Binark ve B. Kılıçbay, Ankara: Epos Yayınları. 89-105.
İnternet Kaynakları
https://eksisozluk.com/borg–43359 (Erişim Tarihi: 27.11.2014).
http://www.dijitalajanslar.com/internet-ve-sosyal-medya-kullanici-istatistikleri-2014/ (Erişim Tarihi:27.11.2014).