Sosyal Medya Araştırmaları Etiği Üstüne: Veri Adaleti ve Eleştirel Yurttaşlık

Yazan: Prof.Dr. Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com

Twitter: ProfUlas

Sosyal medya araştırmalarında dikkate alınacak etik kuralları, medya araştırmaları başta olmak üzere diğer sosyal bilim araştırmalarında uymamız gerekenlerle aynıları mıdır? Ya peki tıp etiği ilkeleriyle çakışırlar mı farklılaşırlar mı?

Bu çifte soru, en başta, sosyal medyanın kullanıcı üretimi olan içeriklere dayanmasından kaynaklanıyor. Çevrimdışı dünyada bir araştırma yapmadan önce, katılımcılardan (‘denek’ sözü asimetrik ve hiyerarşik olduğu için artık daha az kullanılıyor) izin almamız gerekiyor. Bu iznin sosyal bilimlerde de tıpta da teknik olarak adı, bilgilendirilmiş onam. Bilgilendirilmiş onam formunda, araştırmanın amacı ve olası etkileri tek tek listelenir. Gönüllü katılımcılar ya da araştırmaya para karşılığında katılanlar, bunları okur ve onaylar. Elbette, araştırmanın bu formlara gelmeden önce, bir etik kurul onayından geçmesi gerekir. Üniversitelerde ve çeşitli kurumlarda onam, onay üstüne gelen ikinci adımdır. Ancak, sosyal medyaya baktığımızda, ne onay var ne onam. İşte bu durum, sosyal medya araştırmaları için ilkesel belirsizlik ve gri bölgeler oluşturuyor.

Öncelikle, “sosyal medya araştırmaları hangi çevrimdışı araştırmalara benziyor?” sorusuna eğilelim. Sosyal medya bağlamında iki tür araştırmanın yaygın olduğunu görürüz: Birisi, etnografidir, diğeri ise deney (ve yarı-deney). Etnografide, araştırmacılar olarak, araştırdığımız kişilerle onlar gibi yaşarız. Bunun sosyal medyadaki karşılığı, araştırmacının varolan hesabı ya da yeni açılmış bir hesap üzerinden, başkalarıyla epistemik anlamda eşitmiş gibi veri toplamasıdır. Verisi toplanmakta olanlar, veri toplanma sürecinden  haberdar olabilir de olmayabilir de. Bu, bir üniversite araştırmasıysa, etik kurul onayı gerektirecektir, ancak bilgilendirilmiş onam nasıl olacaktır? Bu durumda, şöyle bir sıkıntı var: Sosyal medya kullanıcıları, araştırmanın bir parçası olduklarını bildiklerinde davranışlarını değiştirebilirler. Bu da akıllara bir tür sanal Hawthorne etkisini ve panoptikonu getirir. İzlenilme, davranışı değiştirir ve birey, ne zaman izlenip izlenmediğini bilemeyeceği bir duruma sokularak izlenmediği durumda bile izleniyormuş gibi davranır. Böylelikle, (net etnografisi anlamında) netnografik çalışma verileri, en başından geçersiz sonuçlar üretmiş olur.

Etik kurul onayının bir istisnası olamaz, olmamalı; ancak bilgilendirilmiş onamın çevrimdışı dünyada bir istisnası var: Kimi durumlarda, katılımcıların araştırmanın asıl konusunu bilmesinin onların davranışlarının değişmesine neden olması bekleniyorsa, etik kurul onayı alınmakla birlikte bilgilendirilmiş onam es geçilebilir. Bunun en yaygın örnekleri, sosyal psikoloji alanındadır. Örneğin, katılımcıya, “bu araştırmada grup dinamiklerinin bireyler üstündeki etkilerini çalışacağız. Diğerleri (ki bunlar boşluk doldurma amaçlı kişilerdir), kesinlikle yanlış olan bir bilgiyi üst üste paylaşacaklar. Sizin yanlış paylaşılan bilgiyi sırf herkes tarafından paylaşılıyor diye kabullenip kabullenmeyeceğinize bakacağız” dersek, grup etkisi buhar olacaktır. Katılımcılara, bu tür araştırmalarda önden bilgi verilmez, verilse bile genel bir bilgi verilecektir. Kimi zamanlarda yalan bile söylenir. Bu anlayışa yönelik çeşitli eleştiriler de yok değildir. Ian Parker gibi eleştirel psikologlar, bu tür önbilgisiz deneylerin sonuçlarının geçerliliğini sorgularlar.(*) Bunların insanları özne olarak değil denekler olarak gördüklerini söylerler – ki bu da ayrı ve uzun bir tartışmadır.

Sosyal medya araştırmalarına dönersek, araştırmamızın sonuçları, önbilgilendirme nedeniyle değişecekse ya da değişiyorsa ne yapacağız? Bu durumda, kamu yararını düşünmeliyiz. Önbilgilendirmesiz bir sosyal medya araştırmasından çıkan bulgular, insanlık için bir kamu yararı sağlamakta mıdır? Bunu tartıyor olmalıyız. Etik kurulların da buna göre kendilerini güncellemeleri gerekir. Bilgilendirilmiş onamın gerekip gerekmediğine etik kurullar, kamu yararı gibi ilkelerin yanında, her bir örneğin özgül özelliklerine göre karar vermelidir.

Bu ilkesellik-özgüllük eksenini bir örnekle açalım: Twitter, bir mikro-blog sitesi olarak geçer. Bloglar kamuya açıktır. Twitter’ın, korunmalı kullanım seçeneği bulunmakla birlikte, daha kamusal bir niteliği olduğu anlaşılmaktadır. Twitter, Facebook’a göre daha az kullanıcıya sahiptir. Çeşitli araştırmalarda, Twitter’daki eğitim düzeyinin daha yüksek olduğu görülmüştür. Facebook ise, daha kişisel, daha özel yaşama ilişkin paylaşımların yapıldığı bir kanaldır. Buna bakarak, Twitter’da bilgilendirilmiş onam ilkesinin, Facebook’taki duruma göre daha kolay esnetilebileceğini düşünebiliriz. Korunmalı hesapları saymazsak, Twitter kullanıcıları daha kamusal paylaşımlar yapmaktadır. Tivitler (Türkçe’de bu yazımı tercih ediyoruz), Google tarafından taranmaktadır. Facebook ise, çoğunlukla kendi dışına kapalıdır. Bu, elbette, Facebook’un kendi şirket politikasından ileri gelmektedir. Ama bunun sonuçları, Facebook’u daha kapalı ve özel yaşama ilişkin, Twitter’ı ise daha açık ve şeffaf bir konuma yerleştirmemize izin veriyor.

Öte yandan, kimi kullanıcılar, Facebook’ta kamusal paylaşım, Twitter’da kişisel paylaşım da yapıyor. Bu durumda, etik ilkeler tek başlarına yeterli olmayacaktır. Her örneğin özgülüne göre değerlendirme yapmaktan kastımız budur. Bir yandan da, kamusal bilginin yine de etik tartışmalara yol açacak bir biçimde kullanılması olasılıklar içindedir. Bunun için aklımıza gelebilecek ilk örnek, tivit derlemelerine dayanması ve üslubuyla (örneğin gazeteciler için dış örgütlerle bağlantılılarmış gibi ‘uzantı’ sözünün kullanılması) gazetecileri fişlediği iddiasının ortaya atılmasına yol açan SETA raporudur.(**)

Aynısı Instagram, Linkedin, Youtube, Tiktok vb. için de düşünülebilir. Linkedin, Tiktok ve Youtube, açıkça kamusaldır. Bunlardaki paylaşımlar kamusal oldukları için bilgilendirilmiş onamın esnetilme olasılığı çok yüksektir. Instagram için, örnek özgülünde değerlendirme yapmak gerekir. Bu bağlamda, Facebook ve Twitter kullanıcı profillerinde yakın dönemdeki değişimleri de dikkate almamız gerekir: Facebook’un yaş ortalaması son zamanlarda yükseliyor, çünkü gençler, oradaki akrabaların gözetiminden rahatsızlık duydukları için başka sosyal medyalara kaçıyorlar. Ayrıca, fiziksel hareket olanakları yaşla birlikte daha da kısıtlanan ve sosyal dünyaları daralan ileri yaştaki insanlar, Facebook’ta daha çok görünmeye başlıyorlar. Demografik resmin iki ucundan da Facebook’un yaşlanması sözkonusu. Dolayısıyla, etik tartışmamız, bir biçimde gerontolojiye de bağlanmak durumunda.

Burada sosyal medya araştırmaları etiğini konuşuyoruz. Peki ama ya kullanıcıların kendilerinin yaptıkları etik dışı paylaşımları ne yapacağız? Değerli araştırmacı Christian Fuchs bize özetle şöyle diyor: Neo-nazilerin sosyal medya kullanımları konusunda araştırma yapmak için kendilerinden izin mi almalıyım?!!!(***) Görüldüğü gibi, sosyal medya araştırmaları etiği tartışmaları oldukça çetrefilli.

Bir diğer konu da, sosyal medyada nitel-nicel araştırma ayrımı. Nitel araştırmalarda daha fazla etik sorun var; nicel araştırmalar ise, büyük veri gibi bir anlayışla örneğin, hangi sözcüklerin belli bir sosyal medyada daha sık kullanıldığı gibi daha nesnel görüntülü izleklerin peşinden gidiyor. Bu ikinci tür yaklaşımda, kullanıcıların özeline girilmiş olmuyor; ancak bu istatistiklerde birçok öznel olmakla birlikte değerli olan bilgi gözden kaçmış oluyor. Nitel araştırmaların da nicel çalışmaların da tek başlarına eksik olduğunu biliyoruz. İkisi bir arada olmak zorunda; bu nedenle, sosyal medya araştırmalarında etiğin mutlaka sorunsallaştırılması gerekiyor.

Şimdiye dek daha çok (n)etnografi ve sosyal psikoloji deneylerinden söz açtık. Ancak bir de, Facebook gibi şirketlerin manipülatif (psikoloji yöntemleri terimleriyle ifade edeceksek, ‘değişimleyici’) amaçlarla yürüttüğü sözde araştırmalar var. ‘Sözde’ diyoruz, çünkü bunlarda, tıp etiğinin ilk ilkesi olan ‘öncelikle zarar verme’ (‘primum non nocere’) düsturu çiğneniyor. Şirket mantığı, zarar verip vermemeyi umursamıyor, çünkü maddi kazanç bilimsel etiğin önüne geçiyor.

Dahası, yapay zeka fetişizmi, daha az insanın ve daha çok algoritmanın işe koşulduğu, daha yüksek kazançlı fakat daha az insani bir sosyal medya modelini ortaya çıkarıyor. İnsanlar, etik olarak sorumlu tutulurken, algoritmalar öyle değil. Örneğin, kimi sosyal medyalar, kadınlara, mühendislikle ilgili iş ilanları göstermedikleri için haklı olarak eleştiriliyorlar. Algoritma, büyük veriye dayanarak geçmişte daha az kadının mühendis olduğu (ve olabileceği) sonucuna vararak bu ilanları kadın kullanıcılara gösterme gereği bile görmüyor. Etik ihlal ve manipülasyon yetmezmiş gibi, sosyal medya bir de sapiens uygarlığındaki toplumsal adaletsizliklerin sürdürümünü sağlıyor.

Neyi kime şikayet edeceğiz? Artık karşımızda, arayıp konuşup derdimizi anlatacağımız bir insan bile yok. Algoritma, istediği hesapları kapatıyor; buna itiraz ederseniz, muhatabınız, yine bir insan değil. Yeni Zelandalı cami katliamcısının videoları sosyal medyadan uzun süre kaldırılmamıştı; çünkü insanları atıp ya da işe almayıp onun yerine kullanıma soktukları yapay zeka, bu korkunç görüntüleri bilgisayar oyunu videolarından ayıramamıştı. Ve sosyal medya şirketleri, bütün bunlara karşın astronomik biçimde zenginleşmeye devam ediyor. Anlaşılan o ki, etik, para etmiyor…

Peki ne yapmalı? Daha fazla veri eylemciliği gerekli, hem de çok. Kullanıcı, yurttaş ve tüketicinin eşanlamlı duruma geldiği, devletlerle şirketler arasındaki ayrımın iyice muğlaklaştığı ikiz büyük biraderli gözetim toplumunda, bunun için, tüketici hakları hareketleri, insan hakları ve demokrasi örgütleri ve bilişim/özel yaşam hakları yanlıları, veri adaleti ve eleştirel yurttaşlık düşüncesi çerçevesinde bir araya gelmelidir.(****) Yoksa sosyal medya araştırmalarındaki etik sorunlar, tek başına akademisyenler arasındaki tartışmalarla çözümlenebilecek gibi değil.

Dipnotlar:

(*) Bkz. Parker, I. (2017). Psikolojide Devrim (çev.ed. U.B.Gezgin). [yayınlanmayı bekleyen kitap çevirisi].

(**) SETA. Bkz. Rapor: Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları.

https://www.setav.org/rapor-uluslararasi-medya-kuruluslarinin-turkiye-uzantilari/

(***) Bkz. Fuchs, C. (2018). “Dear Mr. Neo-Nazi, Can You Please Give Me Your Informed Consent So That I Can Quote Your Fascist Tweet?”: Questions of Social Media Research Ethics in Online Ideology Critique. Erişim: http://westminsterresearch.wmin.ac.uk/21070/

(****) Bu konuda daha ayrıntılı bir tartışma için bkz.:

Gezgin, U.B. (2019). Data Activism: Reviving, Extending and Upgrading Critical Citizenship Education and Consumer Rights Movements. Connectist: Istanbul University Journal of Communication Sciences, 56, 67-86.

https://www.researchgate.net/publication/334104040_Data_Activism_Reviving_Extending_and_Upgrading_Critical_Citizenship_Education_and_Consumer_Rights_Movements

 

 

 

 

 

1 Responses to Sosyal Medya Araştırmaları Etiği Üstüne: Veri Adaleti ve Eleştirel Yurttaşlık

  1. ceylandan dedi ki:

    sosyal medya araştırmaları siyasete dahi yön verebilecek büyüklükte etkiler yaratıyorsa bu verilere sahip olanlar dünyayı yönetebilirler… Etik ve kişisel veriler üzerine gidilecek daha çok yolumuz var.

Yorum bırakın